1934 yılında Türkiye’de İslâm’ın konumu ve devletin dine yaklaşımı, beş yıl boyunca ülkeyi adım adım gezerek gözlem yapmış Amerikalı bir akademisyene nasıl görünüyordu? 1902 doğumlu Henry E. Allen (ö. 1985), Chicago Üniversitesi’nde 1924’te başladığı ve Türkiye’deki toplumsal-dini dönüşümü ele aldığı doktora tezi için Türkiye’ye gelir. Başta Ankara ve İstanbul olmak üzere birçok şehirde yetkililerle görüşür, dönemin yazılı kaynaklarını tarar ve genç Cumhuriyet’in İslâm’a bakışını anlamaya çalışır.
Bugün hâlâ canlılığını koruyan pek çok soru ve tartışmanın, 1934 gibi olayların tam merkezinde duran bir dönemde yabancı bir göz tarafından nasıl algılandığını görmek Cumhuriyet’in yüz ikinci yılını idrak eden bizler için değerli bir imkân sunuyor. Çünkü erken Cumhuriyet döneminin tek sesli atmosferi İslâm meselesinin yurtiçinde soğukkanlı ve çok yönlü biçimde ele alınmasına pek izin vermemişti.
Yazarın makalenin sonunda yaptığı şu öngörü ise 1950’lerde ve sonrasında din-devlet ilişkilerinde yaşanan değişimleri bilen okurlar için fazlasıyla ilgi çekici: “Eğer yirmi yıl sonra (yani 1950’lerde) Türkiye’de dini hayat hâlâ belirgin biçimde İslâmî ise ve millet güçlü bir dini örgütlenmeye sahip olmakla övünüyorsa, bu durum Hz. Muhammed’in getirdiği mesajın kökten değişen şartlar altında bile yaşayabilir olduğunu kanıtlayacaktır.”
Bugünden geriye dönüp baktığımızda bu sözlerin ne anlama geldiğini daha iyi kavrıyoruz. O halde gelin, Allen’ın yaptığı bu dikkat çekici gözlemlere biraz daha yakından bakalım.
“Bu kadar kısa sürede yapılan reformlar bir romanda yazılsa inanılmaz bulunurdu”
Cumhuriyet onuncu yılını geride bırakırken Allen, dışarıdan bakan bir gözlemci olarak şu çarpıcı değerlendirmeyi yapar: “Bu kadar kısa sürede gerçekleştirilen reformlar bir romanda yazılsa bile abartılı bulunurdu.” Hilafetin kaldırılması, medreselerin kapatılması, şapka kanunu, laiklik ve harf devrimi… Ona göre tüm dünya, İslâm’ın Türkiye’de devlet ve toplum hayatındaki merkezi konumunu hızla yitirdiğini görmektedir. Ancak Allen’a göre asıl kritik soru hâlâ ortadadır: Böylesi köklü dönüşümlerin ardından İslâm, Türkiye’de nasıl varlığını sürdürecektir?
Allen, Türkiye’ye dair iki zıt tasvirin aynı anda dolaşıma girdiğini hatırlatır. Bir kesime göre Ankara, fırsatını bulsa İslâm’ın tüm izlerini ortadan kaldırmak istemektedir. Bugün frene basıyor görünmesi ise yalnızca halkın tepkisinden çekinmesindendir. Diğer kesime göreyse Kemalistler aslında dini hurafelerden arındırarak güçlendirmeyi arzulamaktadır. Allen’a göre ise gerçek bu iki uç yorumun tam ortasında bir yerdedir. Bu yüzden Kemalist tavrı pragmatist olarak nitelendirir.
Dinle başlayan Millî Mücadele
Allen, idareci kadronun bütünüyle din karşıtı olamayacağını söylerken önce Kurtuluş Savaşı’na dönüyor. O dönemde Yunan işgali, “kâfir askerlerin Müslüman topraklarını çiğnemesi” olarak anlatılmış, işgal altındaki şehirlerde camilere ve kutsal mekanlara yönelik saygısızlık hikâyeleri geniş bir etki yaratmıştı. 23 Nisan 1920’de Ankara’da ilk Meclis açıldığında milletvekilleri önce Hacı Bayram-ı Velî Camii’nde topluca dua etmiş, Gazi de Nutuk’unda bu sahneyi özellikle vurgulamıştı.
Yani yeni rejim, İslâm’ın millî duyguyu harekete geçiren güçlü bir unsur olduğunun çok iyi farkındaydı. Allen’ın görüşme yaptığı bir Türk öğretmenden aktardığı ifadeler bu durumu teyit etmektedir. “Yeni Türk devleti, eğer dindaşlığın millî birlik için ne kadar önemli bir faktör olduğunu görmezse, dine karşı baskıcı yöntemlere başvurarak kendi ayağına sıkmış olur.”
Allen’ın Mustafa Kemal Atatürk için çizdiği portre ise özetle şöyledir: O geleneksel anlamda “dindar” değildir, dinin geriletici bulduğunu düşündüğü yönlerine açıktan karşı durur. Ancak onun asıl hedefi “aydınlanmış, modern bir devlet”tir. Ona göre din bu hedefe katkı sağlıyorsa ne güzel, sağlamıyorsa doğal olarak geri planda kalmalıdır. 1928’e kadar anayasadaki “Devletin dini İslâm’dır” maddesinin korunmasını, Gazi’nin dine tamamen sırt çevirmek istememesiyle açıklar. Fakat aynı Gazi, modern devlet anlayışıyla bağdaşmadığını düşündüğü anda bu hükmü anayasadan çıkarmakta da hiçbir tereddüt göstermemiştir.
Tasfiye ve bekleyiş
Öte yandan Allen, Kemalist kadronun İslâm’a mesafeli durmasını da pek şaşırtıcı bulmaz. Çünkü dönemin düşünce dünyasında Türkiye’nin geri kalmışlığı sık sık doğrudan İslâm’la ilişkilendirilmekteydi. Ayrıca ona göre devletin tarihsel hafızasında, askeri bürokrasi ile ulema arasında yüzyıllara yayılan bir rekabet ve güvensizlik zaten mevcuttu. Cumhuriyet’le birlikte güç tamamen “asker-sivil bürokrasi”nin eline geçince, eski rakibin yani dini çevrelerin etkisizleştirilmesi Allen’a göre son derece doğal ve beklenen bir gelişmeydi.
Allen’in gözlemlerine göre devletin din politikası iki aşamada özetlenebilir. Birincisi, sert bir tasfiye süreci. Tekkeler kapatılır, medreseler tamamen lağvedilir, din eğitimi veren kurumların büyük bölümü ortadan kaldırılır. Vakıf gelirleri devletleştirilir; Diyanet İşleri Reisliği doğrudan Başvekalet'e bağlanarak hocalar, imamlar ve vaizler sıkı bir merkezi denetime alınır. İkincisi ise bekle-gör siyaseti. Bu büyük tasfiyenin ardından ne radikal bir “dinle savaş” hattı izlenir ne de güçlü bir “İslâmî reform” programı başlatılır. Allen’a göre Ankara, “geleceğin kendi kendine şekillenmesini bekleyen” bir pozisyona çekilmiş durumdadır. Diyanet ve Millî Eğitim üzerinden yürütülen çalışmalar ise bilerek görünürlükten uzak tutulur. Adımlar atılır ama fazla göz önüne çıkarılmaz.
“İyi eğitimli ve kendini işine adamış din adamı eksikliği”
Bu tablo içinde Allen’ın en çok dikkatini çeken mesele, “iyi eğitimli ve kendini işine adamış din adamı eksikliği”dir. Medrese kökenli eski ulemanın bir bölümü ülkeyi terk etmiş, kalanların büyük kısmı başka işlere yönelmiş ya da sessizce kenara çekilmiştir. İstanbul’daki ilahiyat Fakültesi ve imam-hatip mekteplerine dair verdiği rakamlar da bu gerilemeyi somut biçimde göstermektedir. Birkaç yıl içinde yüzlerce öğrenciden yalnızca birkaç düzineye düşen sayılar dini kadronun nasıl adım adım kurutulduğunun çarpıcı bir örneğidir.
Kitaplarda yeniden yazılan İslâm
Buna rağmen Allen, Cumhuriyet Türkiye’sinde “küllenmiş dinin içinde hâlâ parıldayan kıvılcımlar” gördüğünü yazar. Bu kıvılcımlar özellikle okullarda okutulan din dersleri kitaplarında ve hutbe/vaaz risalelerinde ortaya çıkar. Yusuf Ziya'ın (Yörükan) “İslâm Dini” adlı iki ciltlik eseri ise Allen’a göre yeni resmî İslâm söyleminin en karakteristik örneklerinden birisidir. Yörükan, Türk milletinin karakteriyle İslâm arasında doğal bir uyum kurar. Türklerin hürriyeti, adaleti ve çalışkanlığı sevdiğini, İslâm’ın da tam bu özellikleri emrettiğini söyleyerek Türklerin bu dine “diğer milletlerden daha kolay adapte olduğunu” ileri sürer.
Ayrıca o İslâm’ı “teslimiyet” olarak tanımlar ama bu teslimiyeti bir şahsiyet kaybı değil, haysiyet ve sorumlulukla birlikte düşünülmesi gereken bir bağlılık olarak yorumlar. Allen, bu yeni kitaplarda kadercilik ve miskin tevekkülün sert biçimde eleştirildiğini ve meşhur “Deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et” hadis-i şerifinin sık sık örnek verildiğini aktarır. Ders kitabı yazarlarından Muallim Abdülbaki (Gölpınarlı) tembelliği “nasipçilik” diye meşrulaştıran anlayışa karşı çıkar. Türkiye’nin geri kalmışlığını, yeni teknolojileri öğrenmede isteksizliği ve doğal kaynakların israfını bu uyuşukluğa bağlar.
Bu ders kitaplarında İslâm, baştan sona faal, dünyevî yönü güçlü, emeği ve üretimi yücelten bir din olarak sunulur. Ahiret tasvirleri geri planda, daha çok ima yoluyla yer alır. Öne çıkan temel vurgu ise bu dünyada dürüst, çalışkan ve hukuka saygılı bir vatandaş olmaktır. Allen’ın aktardığı bazı vaaz örneklerinde, askerliğini düzgün yapanların cennete gideceğinin söylenmesi, mikrop ve aşı üzerinden modern tıbbın teşvik edilmesi, TBMM kanunlarına uymanın “Allah’ı hoşnut edeceği” mesajı gibi ayrıntılar özellikle dikkat çeker.
Gölpınarlı’nın ilkokul kitabında, İslâm hukuk tarihinin kısa anlatımı üzerinden reformların meşruiyeti sahabenin ve fakihlerin Kur’an ve sünnetten hareketle dönemin yeni ihtiyaçlarına göre hükümler çıkardığı hatırlatılarak ve buradan şu sonuca ulaşılarak temellendirilir: “İslâm dini her asra uygundur; fikirlerin değişmesine ve zamanın ihtiyaçlarına akla uygun şekilde cevap verebilir.”
“Ağır bir imtihan devri”nden bugüne bakan cümle
Makalenin sonunda Allen, elindeki verilerin Türkiye’de dinin geleceğine dair kesin bir öngörü yapmaya yetmediğini dürüstçe kabul eder. Bir yanda dini yapılar üzerinde ağır bir baskı ve sıkı bir kontrol, diğer yanda iyi yetişmiş din adamı eksikliği ve iktidar kadrolarının ilgisizliği bulunmaktadır. Buna rağmen, ders kitaplarında ve kimi vaazlarda gördüğü “canlı İslâm kıvılcımları”nın hafife alınmaması gerektiğini, bu küçük işaretlerin ileride daha büyük bir dönüşümün habercisi olabileceğini vurgular.
Allen, bugün bize özellikle çarpıcı gelen o cümleyi tam da bu noktada kurmaktadır: Eğer yirmi yıl sonra (yani 1950’lerde) Türkiye’de dini hayat hâlâ belirgin biçimde İslâmî ise ve millet, güçlü bir İslâmî örgütlenmeye sahip olmakla övünüyorsa, bu durum Hz. Muhammed’in getirdiği mesajın “radikal biçimde değişen şartlar altında bile yaşayabilir olduğunu” kanıtlayacaktır.
Ona göre içinde bulunulan dönem, İslâm için “belki açık zulüm devrinden bile daha çetin bir imtihan devridir.” Ancak Allen aynı zamanda şunu da ima eder: Belki de tam bu baskı ortamı, közlerin üzerindeki külü üfleyip yeni bir alevlenmenin önünü açabilir. Yaklaşık 90 yıl sonra Allen’ın 1934 tarihli bu satırlarını okumak, 1950’lerden günümüze uzanan din-devlet ilişkilerindeki büyük dönüşümleri bilen 2020’li yılların insanları olan bizler için erken Cumhuriyet kadrolarının din karşısındaki yaklaşımını ve bu yaklaşımın uzun vadeli etkilerini yeniden değerlendirmek için önemli bir imkân sunuyor.