İnsanlık tarihi boyunca birçok farklı öğreti ve düşünce ortaya çıkmış, yaşamı güzelleştirmek, sosyal hayatı disipline etmek adına yöntemler geliştirilmiştir. Bazen bir düşünce toplumu şekillendirmiş, çağları aşan bir etki yapmış bazen de dönemin ruhu bir düşüncenin doğuşuna zemin hazırlamıştır. Ortaya çıkan düşünceler farklı çağlarda, toplumlarda, kültürlerde çeşitlilik göstermiştir. Bu düşünceleri doğru anlamanın yolu içine doğdukları çağı, toplumsal koşulları dikkate almaktan geçer.
Toplumlar ayrı coğrafyalarda, birbirinden değişik şartlarda yaşamlarını sürdürmüş, bu değişkenler insanların yapıp etmelerini şekillendirmiştir. Başta doğa şartları olmak üzere, din, dil, gelenek gibi birçok etken yaşamı etkilemiştir. İnsanlar arasındaki cinsiyet, boy, mizaç, ten rengindeki farklılıklar gibi; iklim, fiziki yapı, coğrafi konum, su ve toprak özellikleri de doğal seyrinde kültürel çeşitliliği sağlamıştır. Antropolojinin kurucu isimleri arasında yer alan Franz Boas, ‘Antropoloji ve Modern Yaşam’ adlı eserinde bireyin ve toplumsal davranışların doğru şekilde anlaşılması konusunda coğrafi ortamın dikkate alınması gerektiğini belirtir. Düşünüre göre davranışlar üzerinde ırk tek başına açıklayıcı olamaz. Eğer böyle olsaydı, aynı ırktan gelen insanlar arasında çok büyük farklar olmayabilirdi. Fakat tarihsel örnekler aynı ırktan gelen insanların farklı coğrafi koşullarda yaşamlarını sürdürmelerinden mütevellit değişik tutumlar içinde olabildiklerini göstermektedir; “Avrupalı köylüler büyük şehirlerde yaşayan insanlardan farklıdır... İskandinav Vikingleri, kuzeybatı eyaletlerindeki Norveçli çiftçilere göre; Roma Cumhuriyetinde yaşayanlar, imparatorluk dönemindeki özünden uzaklaşan soydaşlarına göre; devrimden önceki Rus köylüler, devrimden sonraki köylülere göre farklılık gösterir.”
İNSANLIĞA BAHŞEDİLEN EN BÜYÜK ARMAĞAN
Aksi takdirde dünyada herkesin birbirine benzemesi, aynı dili konuşması ve benzer koşullarda yaşamını idame ettirmesi, insanın yaratıcılığını da sınırlandırırdı. Böyle bir durumda estetik ve sanat gelişemez, ahlak oluşmaz, hukuktan, kültürden söz etmek imkansız hale gelirdi. Tek tip insan olur, topluluk oluşmazdı. Çünkü insan tek başına doğada karşılaştığı sorunları çözebilecek bir güce sahip değildir. Ancak bir araya gelerek bu sorunların üstesinden gelebilmiştir. Malinowski, “Her kültür eserinin özü iş birliğidir” derken bu doğal duruma işaret etmektedir.
Dolayısıyla kültürel çeşitlilik insan haysiyetine uygun olan ve insanlığa bahşedilen en büyük armağandır. Bu doğal durum Rum Sûresi’nin 22. Ayetinde şu şekilde tanımlanmaktadır; “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.”
Farklılıklar sayesinde çeşitli kültürler ortaya çıkarak hayata değer katabilmişlerdir. Tabiata ve insana dair kavrayışlardaki farklı ahlaki yorumlar da bu açıdan doğaldır. Herkes kendi inanç ve kültür dairesinden hareket ederek bir teklifte bulunmuş, farklı yorumlar düşünceye dinamizm katmıştır. Bu sayede birçok düşünce toplumu disipline etmiş, geçmişten günümüze kadar gelebilmiştir. Yorumsal farklılıklar aynı zamanda düşünce alanında rekabet oluşmasına fırsat vererek farklı toplumsallıkların kendi etik değerlerini üretmesini sağlamıştır.
MODERNİTE HUZUR GETİRMEDİ
Diğer yandan bir düşünceyi sahiplenen bireylerin, başkalarını da kendi grubuna davet etmesi normaldir. Ancak kişinin, kendi değer yargılarıyla başkası üzerinde tahakküm kurmaya ve kendi doğrusunu dayatmaya çalışması her zaman ciddi bir soruna yol açmıştır. Tarih boyunca kendisi gibi yaşamayanları tehdit unsuru olarak gören anlayış büyük krizlere neden olmuştur. En başta masum bir davet olarak ortaya çıkan bir fikir daha sonra topluma dayatılan bir ideolojiye dönüşür. Erich Fromm, tarihin akışında fikirlerin ideolojilere dönüşmesinin istisnadan çok bir kural olduğunu belirtir ve ideolojinin orjinal fikirdeki sözcükleri ters anlamıyla kullandığına dikkat çeker. “Marx’ın ve Freud’un fikirlerinin de akıbeti bundan pek farklı olmamıştır” der.
Modern öncesi dönemlerde farklı etnik ve dini yapıların bir arada yaşaması doğal bir durumdu. Aynı toplumda birçok dini inanışa, farklı dillere, kültürlere sahip gruplar yüzyıllar boyunca birlikte yaşama tecrübesi göstermişlerdi. Elbette bu dönemlerde de çatışmalar yaşanmıştır. Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara, İslam tarihinde mezhepsel farklılıkların bazı dönemlerde çatışmaya neden olduğunu belirtip, bir süre sonra bu savaşların son bularak kalıcı bir huzur ortamının tesis edilmesine ve bu gerilimin arızi bir durum olarak değerlendirildiğine dikkat çeker.
Modernite ise klasik dönemde yaşanan çatışmaların daha çok din temelli olduğunu ortaya koydu. Modern dönem filozofları, en genel hatlarıyla kilise ve dinin ilerlemenin önünde engel olduğunu söyleyerek, bilimin, sanatın gelişimi için aklın egemenliğini, sekülerizmi işaret etmişlerdir. Bu temel yaklaşımın siyaset felsefesindeki karşılığı olarak ise artık birey teba olmaktan çıkacak ve eşit yurttaşlık bilinciyle toplumsal krizler son bulacaktı. Fakat modernlik vaadini yerine getiremedi. Dünya Savaşlarında 80 milyon insan yaşamını kaybetti. Aklın egemen olmaya başladığı çağda İngiltere sadece Hindistan’da 100 milyon insanı öldürdü, Almanya’da farklı dini inanıştakiler soykırıma uğradı. Amerika’da siyahiler ayrımcı uygulamalara maruz kaldı. Batılılar sömürgecilik yarışına girip ülkeleri işgal ettiler. Teknolojinin gelişmesiyle tarih boyunca hiç görülmemiş bir şekilde kitle imha silahlarıyla milyonlar imha edildi. Gazzeli çocuklara füze atılırken Habermas ve bazı Batılı düşünürler İsrail’in haklılığını savundu. Batı medyası Irak işgalini haklı gösteren yayınlar yaptı. Rusya-Ukrayna Savaşı’nda Tarkovski film listelerinden çıkarıldı. İsrail’i protesto eden öğrencilere izin verdiği gerekçesiyle Harvard Üniversitesi Rektörü Claudine Gay istifaya zorlandı.
DÜNYAYI “EHLİLEŞTİRME” MİSYONU
Tüm bu yaşananlar Batı düşünce ve sanatının siyasetten çok da bağımsız olmadığını göstermesine rağmen düşünceyle siyaset arasındaki ilişki üzerine yeterince durulmuyor. Oysa Batı’nın entellektüel iddiasını dünyanın geri kalanına dayatmasına imkan veren, politik ve ekonomik gücüdür. Örneğin Batı müziğinin evrensel, Afrika müziğinin otantik kabul edilmesi bu güçle alakalıdır. Kendi değerlerini bilimsel ve evrensel olarak niteleyip Batıdışı toplumları az gelişmiş, irrasyonel olarak kodlayıp biricikliğini dayatması yalnız siyasetçilere özgü değildir. Örneklerde görüldüğü gibi yeri geldiğinde medya, akademi ve sanat çevreleri de emperyalizmle uyumlu hareket etmektedir. Batı düşünce ve sanatının evrensellik iddiası Batı’nın emperyal politikalarını meşrulaştıran ve Avrupamerkezciliği üreten siyasi bir söylemdir. Ancak bu tavır genellikle düşünsel ve sanatsal bir karakterle kamufle edilmektedir. Demokrasi ve özgürlük gibi kavramlar da emperyalizmin silahına dönüşmektedir. Hatırlanacağı gibi Bush, Irak’a “istikrar ve demokrasi” götüreceğiz derken işgale “Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu” adı verildi.
Batı siyasetinin/felsefesinin temel dayanağı Sekülerizm de uygarlık seviyesine ulaşmanın bir zorunluluğu olarak sunuldu. Batı seküler olmayan toplumları dışlayarak dünyayı ‘ehlileştirme’ misyonunu üstlendi. ‘Gelişme’ endişesiyle toplumlar onlar gibi giyinmek, yaşamak, siyasal ve toplumsal örgütlenmesini buna uygun yapmak zorunda bırakıldı. Kitle iletişim araçlarıyla birlikte popüler kültür ve moda Batıdışı toplumlarda seküler ilmihal olarak alımlandı. Modern sayılmak için Batılı değerleri tasdik etmek yeterli görülmeyip her alanda uygulamayla da tatbik edilmesi icbar edildi. Toplumlar dinle, siyaset/ticaret/ahlak arasına ne kadar mesafe koyduğuna bakılarak seküler teste tabi tutuldu. Bir toplum demokrasiyle yönetiliyorken, insan haklarına ve özgürlüklere saygılı, refaha ulaşmış, hukuka bağlı olsa da, gündelik yaşamda geleneğin hala belirleyici olması, o toplumun modern toplum görülmesine yetmedi. Çünkü pratik, teorinin bir parçasıdır ve burada teorinin bir kısmına uyulmadığı gerekçesiyle modern toplum özelliği ortadan kalkar, ilkel toplum olarak görülür ve sekülerizm dairesinden tekfir edilir. İlkellerin bir hakkı olamayacağından ötürü modernlikten tekfir edilen toplumların birikimi, canı, malı, tarihi eserleri, altını, elması, petrolü Batılı toplumlar için meşru hedef olarak görülerek talan edilir.
BATI, İNSANLIĞIN NE İLK NE DE SON ADASIDIR
Bu üstenci tavır biz ve diğerleri anlayışını yansıtmaktadır. İdeolojilerin de keskin sınırlara sahip olmasıyla modern toplumda biz–öteki ayrımı daha şiddetli bir şekilde hissedilir. ‘Biz’ masumiyeti, iyiliği, doğruluğu, ilerlemeyi ‘öteki’ ise yoldan sapmayı, yanlışı, geriliği temsil eder. ‘Günahsızların’ oluşturduğu ‘biz’e dahil olanlar ‘öteki’leri dışlar, ötekinin geleneği, kültürü aşağılanır. Ötekinin varlığından rahatsızlık duyarak, görünürlüğü azaltılıp yok edilmeye çalışılır. Sömürgecilikle bugün devam eden işgaller ötekini düşman gören seküler tekfirciliğin tezahürüdür.
Batı, Yunan ve Roma mirasını sahiplenip, sömürge döneminde elde ettiği siyasi ve ekonomik üstünlükle beraber dünya üzerinde entelektüel bir hakimiyet kurarak, kendi gücünü dayatsa da insanlığın sadece tek bir düşüncenin etrafında şekillendiğini söylemek imkan dahilinde değildir. Tarihin bir noktasında etkili olmuş bir düşünce daha sonra terk edilmiş ya da süreç içinde evrilerek farklı bir görünürlüğe kavuşmuştur. Elbette Batı’nın ürettiği felsefi ve kültürel birikim yadsınamaz. Çin felsefesi, Hint düşüncesi, Rus kültürü ve İslam medeniyeti gibi insanlığa önemli katkıları olmuştur. Ancak insanlığın Batı’ya karşı hiç bitmeyecek bir borç içine sürüklenmesi ve tek bir kültürün tüketicisine dönüşmesi kabul edillemez. Claude Levi-Strauss “Mit ve Anlam” kitabında insanların farklı kültürlerden beslenmek adına yalnızca bir tüketiciye dönüşmesinin, özgünlüğ ün yitirilmesi tehdine yol açabileceğini hatırlatır. Bu nedenle yaşamsal özgünlüğün kaybedilmemesi için farklı kültürlerin yaşaması hatta doğal bir rekabet içinde varlığını sürdürmesi kaçınılmaz bir durumdur. Fakat bu rekabet, bir kültürün yok edilmesi anlamını asla taşımamalıdır. Örneğin bugün çokkültürlülük konusu Batı akademilerinde gündemde olan konular arasında yer almaktadır. Ancak bu ‘ilginin’ farklı kültürlerin eşit bir şekilde algılanmasını sağladığını söylemek oldukça zor görünmektedir. Hatta Batılı toplumlar, Batıdışı kültürlerle temas kurduklarında ırkçı ya da İslamofobik reaksiyonlar da gösterebilmektedir. Bu açıdan Batı’nın bir onay merkezi şeklinde algılanması gereksiz bir kompleksi yansıtmaktadır. Batı kültürü tarihin sıfır noktasını temsil etmemekle birlikte birçok açıdan izlerine başka medeniyetlerde de rastlanmaktadır. Düşünce ve sanat tarihiyle kültürel antropoloji alanında yapılan çalışmalar da bu gerçekliği gözler önüne sermektedir.
Özgürlük ve ahlak adına tek taraflı dayatmanın, seküler tekfirciliğin son bulup Aleksandr Dugin’in belirttiği gibi, “Batı kültürünü mantıksal ve doğal sınırına, Batı medeniyetinin doğal tarihsel alanını tanımlayan sınırların içine yerleştirmek” gerekmektedir. Batı, insanlığın ne ilk ne de son adasıdır…