Harun Kaban - Yazar
Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makalesini dönüp dönüp okuyorum. Çağdaşları arasında bu kadar zamanını yakalayan ve tespitlerinde isabet sağlayan bir metin yok. Aynı şekilde, ne çağdaşları arasında ne de sonrasında bu kadar zamanını aşan ve hâlâ güncel olabilen bir metin de yok.
Artık Türk düşüncesinin kurucu metinleri arasında zikredilebilecek bu risale, tıpkı yazıldığı dönemde açtığı çığır gibi, yazılışından 120 yıl sonra bugün, alt üst olan dünya düzenini anlamlandırmak için de bize yine bir yol haritası sunuyor. 17 Nisan 2025 tarihli Yeni Şafak Düşünce Günlüğü’nde yayımlanan yazımda Avrupa idealinin çöküşünden bahsetmiştim. Bu yazıda Akçura’nın satırları arasında izlerini görsek de metinde müstakil bir başlıkla tezahür edememiş bir tarz-ı siyasetin üzerindeki tozları kaldırıp, “Dördüncü Tarz-ı Siyaset”i belirginleştirmeye çalışacağım. Bir sonraki yazıda da Akçura’nın cevapsız bıraktığı bir sorunun bugüne yansımalarını ele alacağım.
Tarih bir ırmak gibidir, genellikle alışkın olduğu vadide akar, fakat bazen taşar, bendini aşar ve yatağını değiştirir. Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan hikâyede belli kırılma anlarına tekabül eden süreçler, tarihin akışını farklılaştı ve bir anlamda ırmağın yatak değiştireceği artık görmezden gelinemez bir şekilde ortadaydı. Yusuf Akçura o dönem üç belirgin ideolojik yol haritasını, tarihin akışına zemin olacak, üç ırmak yatağı tespit etti: Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük. Akçura’nın 1904’te yazdığı meşhur “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesi, bu üç akımın hem teşhisi hem de çağrısıydı. Üç tarz-ı siyasetten, başarısız olan ilkiyle hesabını görüyor, diğer ikisinin başarılı olma ihtimaline dair kısık bir ışık bırakıyor ve makaleyi bir soruya bitiriyordu: Müslümanlık, Türklük siyasetlerinden hangisi Devlet-i Osmaniyye için daha nafi’ ve kabil-i tatbiktir?
SATIRLAR ARASINDAKİ GÖLGE
Osmanlıcılık, imparatorluğun çok uluslu yapısını koruyarak tüm tebaanın eşit vatandaşlık çatısı altında birleştirilmesini amaçlıyordu; ancak Balkan Savaşları ve milliyetçi ayaklanmalar bu idealin sahada karşılık bulmadığını gösterdi. İslamcılık halifelik kurumunu merkeze alarak Müslüman unsurlar arasında ümmet temelli bir birlik yaratmayı hedefliyordu; ne var ki, bu da etnik farklılıklar ve modernleşme talepleri karşısında dar bir alan buldu. Akçura her ne kadar makalesinin sonunda bu tarz-ı siyasete bir şans vermek istese de tarih onun temennisini boşa çıkardı, İslamcılık başarısız oldu. Türkçülük ise bu iki başarısız sentezin ardından, etnik ve kültürel temelli bir millet tanımına yaslanarak homojen bir ulus-devlet kurma arayışını temsil ediyordu. Ve tarih o sorunun cevabını verdi. Üçüncü tarz-ı siyaset başarılı oldu; Türkçülük. Türkiye Cumhuriyeti Türkçülük esasına dayanan bir devlet olarak tarih sahnesinde yerini aldı. Aradan geçen 120 yılda metnin tespitleri neredeyse hiç eskimedi ancak o metnin satır aralarında, adı konmamış bir başka arayışın daha izleri vardı: Dördüncü tarz-ı siyaset olarak Batıcılık.
Akçura makalesinde bu üç yolu tarihsel bağlamlarıyla karşılaştırırken, kavramların avantajlarını ve sınırlılıklarını sergiliyor, metnini açık bir savunudan çok, dikkatli bir değerlendirme yapıyordu. Makale tartıştığı üç tarzın dışında, bu yolların hepsiyle bir şekilde ilişkili olsa da metinde müstakil bir tarz olarak tebarüz edemeyen ama hepsine sızan Batıcılığa müstakil bir isim ve değer atfetmedi. Ancak metnin satır aralarında, bu üç siyasetin ötesine uzanan, onları birbirine bağlayan ve hatta her birine kendi zeminini dayatan görünmez bir zemin gibidir Batıcılık. Belki de bunun sebebi, Batıcılığın dönemin güncel koşulları itibarıyla bir “zemin” olmasıdır. Üzerinde durulan ama tam anlamıyla nesneleştirilemeyen bir zemin. Zira Akçura akıl yürütürken üç tarzın da karşısında, yanında yöresinde hep Batı vardır; Batı kimi zaman bir yön, kimi zaman tek dişi kalmış canavar, kimi zaman yozlaşmanın adı kimi zaman da tek çıkış yolu olarak hep oralarda bir yerlerdedir.
DEVLETİN RUHUNA NASIL İŞLEDİ?
Osmanlı Devleti’nin Batı’yla kurduğu ilişki, başlangıçta askerî ve teknik bir üstünlüğe karşı savunma refleksiyle şekillendi; ancak zamanla bu temas, sadece araçsal değil, zihinsel bir dönüşümün de kapısını araladı. III. Selim’in Nizam-ı Cedid girişimlerinden başlayarak, II. Mahmud’un reformlarına ve nihayet Tanzimat ve Islahat Fermanları'na kadar uzanan süreç, Osmanlı’nın sadece Batı’dan teknoloji değil, kurum, hukuk, sanat ve yönetim modeli de ithal etmeye başladığını gösterdi. Eğitimden bürokrasiye, hukuktan giyime kadar pek çok alanda benimsenen Batı tarzı, bir tür ideolojiye dönüştü; fakat bu dönüşüm, hiçbir zaman “Batıcılık” adı altında tam anlamıyla sistemleştirilemedi. Osmanlı, bu tercihi bir tarz-ı siyaset olarak değil, bir “zorunlu adaptasyon” gibi yaşadı.
II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Batıcılık artık yalnızca bir reform dili olmaktan çıkıp, açık bir medeniyet tercihi olarak daha görünür hale geldi. Jön Türklerin özgürlükçü ve anayasal düzen arayışı, Avrupa menşei düşünce akımlarından besleniyordu; bu dönemde pozitivizm, sekülarizm, ilerlemeci tarih anlayışı gibi Batı’ya özgü kavramlar, Osmanlı entelektüel dünyasının merkezine yerleşti. Abdullah Cevdet’in savunduğu radikal Batıcılık, Ziya Gökalp’in “muasırlaşma” vurgusu gibi Batı ile hemhâl olan fikir buhranları bu dönüşümün entelektüel savrulmalarını oluşturuyordu. Fakat bu fikirler, devletin resmi söylemi haline gelmemişti; Batıcılık hâlâ cisimleşmiş bir siyasal tercih değil, çoğunlukla entelektüel bir mecrada var olan, tercihler bağlamında tartışılan bir yönelişti. Nihayetinde bu istikamet, 1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte artık kurumsal iradeye dönüşecekti.
Atatürk’ün liderliğinde hayata geçirilen devrimler, hukuk reformu, harf inkılabı, eğitimde laikleşme, kadın haklarının Batıya bakarak anlamlandırılması, Batıcılığı ilk kez açıkça tanımlanmış bir devlet politikası haline getirdi. Yeni Cumhuriyet, ideolojik olarak Türkçü bir temele otursa da varlığını meşrulaştıran değerler, kurumsal çerçeve ve uygarlık tahayyülü bakımından bütünüyle Batıcıydı. Böylece Batıcılık, Osmanlı’dan miras aldığı zihniyet sürekliliğini, Cumhuriyet’le birlikte kurumsallaştırmış oldu.
ARAÇTAN AMACA KAYIŞ
Akçura’nın üç ideolojik hattı, birer siyasi program, birer yönetim vizyonu olarak somutlaşırken; Batıcılık çoğu zaman bir “modernleşme yöntemi” ya da “medeniyet hedefi” olarak varlığını sürdürebilmiştir. Ancak bu tanımlar, Batıcılığın gerçek mahiyetini eksik bırakır. Zira Batıcılık, yalnızca teknik bir tercüme çabası değil, özellikle Cumhuriyetle birlikte devletin meşruiyetini, kurumlarını, geleceğini şekillendiren, somut adımları olan pratik bir tarz-ı siyasettir. Tıpkı İslamcılığın hilafet etrafında, Türkçülüğün millet inşası etrafında şekillendiği gibi, Batıcılık da çağdaşlık, ilerleme ve uygarlık gibi nosyonlarını merkeze alıyor. Bu yönüyle Batıcılık, hem bir zihniyet haritası hem de bir siyaset tarzıdır, hatta Cumhuriyet tecrübesine baktığımızda diğer üçünden daha somut çıktıları olan bir siyaset tarzıdır.
Evet, Türkiye Cumhuriyeti, siyasal olarak Türkçülük esasına dayanan bir ulus-devlet olarak kuruldu; Millî Mücadele’nin meşruiyet zemini, “Türk milleti” etrafında tanımlandı; yeni rejimin sembolleri, mitolojisi ve eğitim müfredatı bu kimlik üzerine inşa edildi. Ancak bu yeni devletin kurumlarını işleten akıl, büyük ölçüde Batı’ya dönük bir uygarlık tahayyülüne dayanıyordu. Türkçülük, bir kimlik çatısı olarak Cumhuriyet’i var etti; fakat bu çatının altında işleyen sistemin dili, hukuku, eğitim biçimi, hatta zaman ve ölçü birimleri Batılı paradigmalardan türedi; terk edilen eskilerin yerine konanlar hep Batı’nın ölçü ve kavramlarıydı.
Soğuk Savaş döneminde NATO üyeliğini yeni dünya düzeninde Türkiye’yi Batı’da konumlandıran en bariz kırılmalardan biri olarak görebiliriz. Esasen bu adımla Türkiye Batı’yla olan birlikteliğini kurumsal düzeyde dünyaya ilan etti; öyle ki bu adımla Türkiye Batı’ya saldıranı Türkiye’ye saldırmış kabul etmeyi taahhüt etti. 1980 sonrası dönemde Turgut Özal’ın liberal ekonomik reformları ve 1995 Gümrük Birliği anlaşması ile Avrupa Birliği süreci bu yönelimi ekonomik ve siyasi açıdan daha da derinleştirdi.
Rejimler, hükümetler ve aktörler değişse de, Batı ile kurulan kurumsal bağlar, hukuk, eğitim, ekonomi ve dış politika alanlarında bir yön tayin edici olarak varlığını sürdürdü. Bu süreklilik, Batıcılığı bir zeminden daha ziyade bir tarz-ı siyaset haline getirdi.
KIRILMA VE DÖNEMEÇ
Akçura’dan 120 yıl sonra tarihi metnine bir zeyl makamında söyleyebiliriz ki, dördüncü tarz-ı siyasetin adı Batıcılık olmuştur ve tarz-ı siyaset de bir krizin eşiğindedir. 2000’lerin ortasından itibaren Cumhuriyet'in yüz yılını domine eden Dördüncü Tarz-ı Siyaset ciddi yaralar almaya başladı, birçok kırılma yaşandı: AB müzakerelerinin tıkanması ve AB’nin Türkiye’yi üye olarak almayacağının anlaşılması Batıcılığı artık bir meşruiyet kaynağı olmaktan çıkardı. Bugün gelinen noktada mesele, Türkiye Batılı kurumlara entegre olmaya devam etse de artık bu entegrasyonun anlamının kalmadığı şeklinde.
Tarih bundan 100 yıl öncesinde olduğu gibi yine yatağından taşmak üzere olan bir ırmağı andırıyor. Akçura’ya o tarihi metni yazdıran zamana benzer bir eşikteyiz. Akçura’nın bir tarz olarak somutlaştırmadığı Batıcılık, Cumhuriyet'in kurucu siyaseti değilse de şekillendirici siyaseti oldu. Bugün dünyada yaşanan ve Yeni Şafak’ta yayımlanan “Avrupa idealinin kutsal kavramlarına veda” başlıklı yazımda kısmen bahsettiğim, kavramların erozyona uğraması ve yeni arayışlar Türkiye açısından Batıcılık siyasetinin de başarısız olduğunu söylüyor.
Şimdi Akçura’nın risalesini hitama erdirdiği soruyu tekrar sormamız gerekiyor: Dünya düzeni yeniden kurulurken Türkiye için daha nafi’ ve kabil-i tatbik tarz-ı siyaset nedir?