Kanla çizilmiş bir çocukluk: Squid Game’in travmatik alegorisi

Fotoğraf: Arşiv

Mehmet Kırtorun - Yazar

2021’in sonbaharında izleyiciyle buluşan Squid Game, yalnızca bir hayatta kalma hikâyesi değil; kapitalizmin görünmeyen şiddetini görünür kılan çarpıcı bir toplumsal alegoridir. Hwang Dong-hyuk’un yönettiği bu Kore yapımı, geçmişin masumiyetini simgeleyen çocuk oyunlarını ölümcül birer sınav mekaniğine dönüştürerek, izleyiciyi görsel bir travma ve düşünsel bir yüzleşme sürecine sokar. İsmini aldığı ojingŏ oyunu, artık neşeli bir anı değil; kanla çizilmiş bir ölüm labirentidir.

456 bireyin, büyük bir nakit ödül için tanıdık ama ölümcül oyunlara katılması, bireysel çaresizlikten çok sistemsel adaletsizliklerin bir sonucudur. Kaybetmenin bedeli yalnızca hayat değildir; aynı zamanda insanlık, onur ve ahlaki pusulanın da parçalanışıdır.

SEÇİM YANILSAMASI VE ETİK TUZAKLAR

Dizideki “oylama” sahnesi, liberal demokrasilerin temel mitini sorgular. Oyuncuların oy birliğiyle oyunu durdurabileceği fikri, sistem tarafından sunulan kısıtlı seçeneklerin bir maskesidir. Seçim, burada gerçek bir özgürlük değil; yalnızca farklı trajediler arasında yapılan sembolik bir tercihtir. Zira oyunlar durduğunda bile, oyuncuların gerçek dünyadaki çaresizlikleri onları yeniden bu kabusa çeker. Bu döngü, kapitalist sistemin “geri dönüşsüzlük” kuralını hatırlatır.

NİHİLİST MERKEZ

İlk başta sempatik bir figür gibi sunulan oyuncu 001, yani Oh Il-nam, sonunda oyunun kurucusu ve sistemin mimarı olarak karşımıza çıkar. Onun varlığı, kapitalizmin nihilist çekirdeğini temsil eder: “Zayıflar ölmeyi hak eder.” Bu cümle, dizinin eleştirel dokusunu belirler. Il-nam karakteriyle birlikte dizi, bir kurgudan çok daha fazlasına—bir ideolojinin iç mantığına—dönüşür.

Ancak bu güçlü anlatı kısa sürede sistemin kendi içine çektiği bir metaya dönüşür. Netflix’in pazarlama aygıtı; maskeleri dekor, sembolleri oyuncak, anlatıyı ise yalnızca tıklanabilir bir içerik haline getirir. Eleştirilen düzen, bu kez dizi üzerinden kendini pazarlamaya başlar. İzleyici, hem empati duyan bir tanık hem de ekran başında tüketen bir VIP olur. Sistem, izleyiciyi de içine alarak kapanır.

İÇSEL ÇÖKÜŞ VE SİSTEME BAŞKALDIRI

İkinci sezon, ilk sezonun dışsal eleştirisini bireyin iç dünyasına taşır. Gi-Hun, kazandığı paraya rağmen ruhsal bir enkazdır. Yaşadığı travmalar onu artık bir kurbandan çok, bir direnişçiye dönüştürür. Oyunu değil, oyunu doğuran zihniyeti hedef alır. Frontman ile çatışması, insan hayatının eğlenceye dönüştürüldüğü sistemle bireyin arasındaki savaşa evrilir.

Bu sezonda oyunlar fiziksel değil, psikolojik direnci sınar. Yeni karakterler farklı sınıfların yaralarını taşır. Her biri, sistemin görünmeyen mağdurlarını temsil eder. Sezon sonunda perde kısmen aralanır, gücün asıl sahipleri gölgede belirir. Ve final sorusunu bırakır: “İzleyen mi kalacaksın, yoksa karşı mı duracaksın?”

GÖSTERİ İÇİNDE GÖSTERİ

Squid Game, başlangıçta sistemin gizlediği yapısal eşitsizlikleri alegorik biçimde görünür kılarken, zamanla bu eleştiriyi saran bir estetik kabuğa hapsolur. Dizinin ilk sezonu, çağdaş kapitalizmin birey üzerindeki baskısını oyun metaforuyla işlerken; ikinci sezon, bu baskının içselleştirilmiş biçimlerini, ahlaki ve psikolojik yansımaları üzerinden inşa eder. Ancak burada durmaz: anlatı, izleyiciyi yalnızca tanık değil, aynı zamanda fail olmaya davet eder.

Kapitalizmin kendini sürdürme biçimlerinden biri, eleştiriyi etkisizleştirerek onu dolaşıma sokmaktır. Squid Game de tam bu noktada ikili bir işlev üstlenir: bir yandan sistemi açığa çıkarır, diğer yandan o sistemin çarklarına hizmet eden, yüksek üretim değerine sahip bir ürün haline gelir. Bu çelişki, modern medyanın doğasına dair daha geniş bir sorunu gündeme getirir: Bir anlatı, sistem içi kalmaya devam ederken, sisteme karşı gerçekten bir söylem geliştirebilir mi?

Dizinin estetik başarısı, izleyiciye sunduğu görsel kodlar ve dramatik gerilim aracılığıyla geniş bir etki alanı yaratırken, aynı zamanda eleştirel düşüncenin sınırlarını da belirler. İzleyici, empati kurduğu anda bile, temsil edilen şiddetin estetikleştirilmiş versiyonunu tüketmektedir. Bu tüketim eylemi, yalnızca görsel hazla değil, aynı zamanda bireyin kendi çaresizliğini dışsallaştırma ihtiyacıyla da ilişkilidir. Oyunlar, sadece karakterler için değil, izleyici için de bir “sınanma alanı”dır. Ne kadar ileri gidebiliriz? Ne kadarını izlemeye tahammül edebiliriz? Ne zaman haz, vicdanı bastırmaya başlar?

Hayran üretimleri, çevrimiçi yorumlar ve dijital yeniden üretim süreçleri, izleyiciye katılım alanı sunsa da, bu katılımın kendisi de çoğu zaman sistemin içine geri emilir. Tıpkı Michel de Certeau’nun bahsettiği “metinsel kaçakçılar” gibi, hayranlar metnin anlamını dönüştürme arayışına girer; ancak bu dönüşüm, çoğu zaman pazarlama stratejilerinin yeni ham maddesi haline gelir. Böylece üretici-tüketici döngüsü, kültürel direnişten çok, sistemin yeniden üretimine katkı sunan bir halkaya dönüşür.

Bu bağlamda Squid Game’in önemi, sadece içerdiği eleştiride değil, o eleştirinin nasıl sunulduğu ve nasıl içselleştirildiğindedir. Dizinin yaşattığı deneyim, izleyiciyi kendi etik pozisyonuyla yüzleştirirken, aynı zamanda bir çıkışsızlığı da açığa çıkarır: Ne kadar farkında olursak olalım, sistemin dışına bakarken hâlâ onun içinden bakıyoruz.

İZLEYEN Mİ OLACAKSIN KARŞI MI DURACAKSIN?

İronik olan şudur ki, Squid Game, sistemin görünmez şiddetini eleştirdiği ölçüde popülerleşmiş; popülerleştikçe de eleştirinin kendisi, gösterinin bir parçasına dönüşmüştür. Bir eleştirinin kitlesel hale gelmesi, onun evrensel kabul gördüğü anlamına gelmez; aksine, sistemin onu ne kadar zararsız hâle getirebildiğinin göstergesi olabilir. Kapitalizmin en sofistike yeteneği budur: karşıtını bile pazarlanabilir kılmak.

Son tahlilde Squid Game, yalnızca bir dizi değildir. O, çağımızın medya, etik ve tüketim çelişkilerinin kristalleştiği bir noktadır. Anlatının sonunda izleyiciye yöneltilen soru yalnızca dramatik değil, aynı zamanda felsefidir: “Sistemin bir parçası olarak mı kalacaksın, yoksa ona dışarıdan bakmanın bedelini ödemeye razı mı olacaksın?”

Belki de dizinin asıl cesareti, bu soruyu açık bırakmasıdır. Çünkü bazı cevaplar, yalnızca izleyici olduğumuz sürece verilemez.