Dr. Tuba Yıldız / İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi
Aksa Tufanı operasyonundan hemen sonra dünyanın gündemi bir anda -yeniden- Filistin meselesiyle sarsılırken, Lübnan bir bütün olarak Eylül ayının ortalarına kadar daha geri planda kaldı. 8 Ekim 2023’te Hizbullah tarafından atılan füzelerle Gazze savaşına Lübnan da dahil oldu ancak çatışmaların Güney Lübnan ve Bekaa ile sınırlı tutulması, Eylül ortalarına kadar nadiren de olsa Dahiye’nin vurulması ülkenin savaş serencamına dair yorumların alt perdeden ilerlemesine neden oldu. Aynı zamanda Hasan Nasrallah’ın ölümünden önce yaptığı her konuşmada Lübnan’ı topyekûn bir savaşa sokmak istemediğine dair net ifadeleri de, ülkenin ikinci bir Gazze olmayacağı hissini uyandırdı. Nihayetinde - şaşılacak bir şekilde - Lübnan’ın güneyindeki savaş Lübnan’ın kendisinden sayılmıyor, İsrail ve Hizbullah arasındaki olağan ve “kontrollü” çatışmaların boyutları tartışılıyor ancak “Lübnan Gazze olur mu?” sorusuna cevap aranmıyordu. Bununla birlikte 1 yıl boyunca görece sakin bir savaş dönemi geçiren Lübnan, son bir ayda üst üste yaşadığı saldırılarla dünyanın da gözünü açarak bölgesel savaşın kıvılcımını ateşlemeye başladı.
ATEŞ BEYRUT’A SIÇRADI
Esasen Lübnan’ın Gazze’ye düşünsel anlamda uzaklığı toplumsal arenada da görece bir konfor alanı yaratmıştı. Hasan Nasrallah’ın Salih el Aruri suikastında, 1 Nisan’da Şam’daki patlama sonrasında ve hatta üst düzey Hizbullah komutanlarının ardı ardına öldürülmesi sonrasında dahi beklenen aksiyonu almaması, gündelik hayatın akışında önemli bir dönüşümün yaşanmamasında etkili oldu. Turist yoğunluğu olmamasına rağmen yaz boyu süren festivaller, sosyal etkinlikler, Eylül ayı itibarıyla başlayan eğitim-öğretim hazırlıkları, cumhurbaşkanlığı seçiminin Gazze meselesinden daha önemli görülmesi gibi Gazze savaşına yönelik çok farklı düşünceler, Lübnanlıların daha temelde gündemlerinin çeşitliliğini açığa çıkarmıştı. Bu anlamda her ne kadar görece bir kaygıya da sahip olsalar Lübnanlılar açısından günlük hayatın aksamaması adına da dikkatli bir çaba vardı.
17 Eylül 2024’te ülkede eş zamanlı olarak çağrı cihazlarının patlatılması ise İsrail’in Lübnan üzerindeki stratejik hedeflerinin ne olduğuna / olabileceğine dair yeni tahminlerin oluşmasına ve gerek Lübnan toplumu gerekse de Hizbullah açısından kritik bir dönemin başlayacağına işaret etti. Nitekim 8 Ekim’den 17 Eylül’e kadar birkaç ayda bir patlamalara sahne olan Beyrut, o tarihten itibaren günlük olarak İsrail’in hedefine oturmuş, Dahiye her gün belirli saatlerde bombalanır olmuş ve öldürülen Lübnanlı sivil sayısı katlanarak artmaya başlamıştı. 23 Eylül’de İsrail’in güney Lübnan halkına gönderdiği mesajlardan sonra da o bölgelerden göç eden 1 milyondan fazla Lübnanlının ise ülkenin güvenli gördükleri şehirlerine ve hatta Suriye’ye geçmesiyle, ülkedeki siyasi kaos tam da İsrail’in istediği şekilde Lübnan’a yansıyordu.
Tüm bunların yanı sıra Hasan Nasrallah’ın İsrail bombardımanı sonucunda hayatını kaybettiği tarih olan 27 Eylül, Hizbullah’ın ve Lübnan siyasetinin dönüşümündeki üçüncü kritik tarih olarak kayıtlara geçti. Nasrallah’tan sonra İsrail’in Dahiye’yi mahalle mahalle vurmasıyla – öncesindeki patlamalar bir binanın bir katını hedef alıyordu- hayatın durması, buna bağlı olarak Beyrut gibi küçük bir şehirde iç göç yaşanması, bu göçün sonucunda şehrin sosyal dokusunun bir anda çözülmesi ve son olarak da İsrail’in Lübnan’ın güneyinden kara savaşını başlatması, Lübnan’da Gazze senaryolarının daha derin düşünülmesinin de önünü açtı.
İSRAİL UNIFIL’E SALDIRDI
Bu noktada 17 Eylül sonrasındaki gelişmeler, Nasrallah’ın ölümü ve 1 Ekim’de başlayan kara savaşında İsrail’in hegemonik niyetlerinin açığa çıkması, Lübnan siyasetinde de yeni çözüm planlarının ve parti liderleri arasında görüşme trafiğinin artmasına yol açtı. Her ne kadar İsrail’in Lübnan işgalini durdurmasına yönelik ateşkes çağrıları ve 1701 kararlarının uygulanması için dünyaya iletilen mesajlar, savaşın başından itibaren Lübnanlı siyasilerin beyanatının ana başlıklarından birini oluştursa da Hizbullah’ın bu kararı uygulamaya niyetinin olmadığı da Lübnan siyasi arenasında bilinen bir gerçekti. 17 Eylül’de Hizbullah’ın istihbaratına vurulan darbe, sonrasında üst düzey komutanların hedef alınması ve Nasrallah’ın ölümüyle Hizbullah’ın içine düştüğü liderlik krizi ise 1701 kararlarının hayata geçirilmesi için daha baskın bir dilin kullanılmasına yol açtı. Bununla birlikte gerek Lübnan siyasetinde gerekse de uluslararası toplumda İsrail’in de başından beri bu kararlara uymadığı gerçeğinin göz ardı ediliyor olması, 1701 planına yapılan vurgunun hangi amaçları içerdiği sorusunu sordurmaya başladı. Nitekim mevcut durumda İsrail’in BM kararlarını, otoritelerini ve hatta UNIFIL’i yok sayması İsrail için de Hizbullah için de 1701’in revize edilmesi gerçeğini açığa çıkarıyor. O kadar ki, 13 Ekim’de İsrail güçlerinin Mavi Hattı geçerek UNIFIL askerlerinin üssünü basması ve 15 askeri yaralaması İsrail’in BM’yi bir otorite olarak tanımadığını kanıtlıyor. Bu durumda BM’nin kurumsal olarak İsrail perspektifinden işlevsiz bir kurum olarak yansıması, 1701 sayılı karara göre İsrail’in Mavi Hattın gerisine çekilme niyetinin de olmadığını anlatıyor. Lübnan tarafında ise Hizbullah’ın 1701’i kabul edeceğine dair birtakım yorumlar gündemi meşgul etse de 13 Ekim akşamı Lübnan’dan Hayfa’ya gönderilen füzelerin İsrail tarafında verdiği zayiatla elde edilen motivasyon ve Hizbullah’ın hali hazırda kara savaşına odaklanmış olması iddiaların zayıf kalmasında etkili oluyor. Tüm bunlara rağmen savaşın ilerlemesine bağlı olarak 1701’in revize edilmesi gerekliliği net olduğu halde, Hizbullah’ın silah bırakmasına yönelik muhaliflerinin taşıdığı umut, 1701 tekerlemesinin sürekli tekrar edilmesine sebep oluyor.
BOŞ KOLTUK NETANYAHU’NUN ELİNİ GÜÇLENDİRDİ
17 Eylül sonrası Lübnan’daki bir başka siyasi hareketlenme lidersizlik krizinin çözümüne yönelik merkezileşti. Son birkaç haftada cumhurbaşkanı seçimi için ardı ardına yapılan toplantılar, basın açıklamaları ve sürecin hızlanması için ortaya konulan çabayı daha ciddi olarak belirginleştirdi. Bu çabaların artmasının arkasındaki en önemli nedenlerden biri ise iki yıldır boş olan cumhurbaşkanlığı koltuğunun Lübnan’a getirdiği istikrarsızlığın İsrail’in işini kolaylaştırıyor olmasıydı. İsrail’in orantısız operasyonları ve işgal planları karşısında Lübnan’da bir çözüm üretilememesi siyasal gerilimi de tırmandırmaya başladığı için siyaset kulisi yeniden adayları konuşmaya karar verdi. Bununla birlikte savaşın yarattığı krizi fırsata çevirmek isteyen siyasilerin Lübnan sahnesinde daha fazla görünür olmaya başlamalarıyla cumhurbaşkanlığı için önceki süreçten daha gerilimli bir yola girildiğini söylemekte fayda var. Bu doğrultuda örneğin Nasrallah’ın en güçlü muhalifi ve son seçimlerde elde ettiği koltuk sayısıyla meşruiyetini artıran Samir Caca’nın adaylık için destek arayışı önceki yıllara nispeten baskın bir aktör olarak belirmesine yol açtı. Son üç yıldır cumhurbaşkanlığı yarışında dolaylı olarak bulunan ancak son birkaç haftadır kendisini öne çıkaran Samir Caca için Nasrallah’ın yokluğu ve Amerika’nın arabuluculuğuna duyulan ihtiyacın artması bulunmaz bir fırsat olarak görülüyor. Ancak Hizbullah’ın adayı Süleyman Franciye’nin isminin Nebih Berri’nin gündeminde hala önemli bir yer ediyor oluşu, Suriye’nin bu yöndeki talepleri ayrıca Amerika Birleşik Devletleri tarafından ordu komutanı Joseph Avn’ın öne çıkarılışı cumhurbaşkanlığın sürecini bir müddet daha tıkayacağa benziyor.
ETKİLİ ETKİSİZLER: BIDEN VE MACRON
Hizbullah’ın 8 Ekim’deki saldırısıyla birlikte Lübnan’a sıçramamasına yönelik küresel anlamda yapılan girişimlerin 1. yılın sonunda henüz bir karşılığının olmadığı da Lübnan’da Gazze sahnelerinin yaşanmaya başlamasıyla açığa çıktı. ABD Başkanı Joe Biden’ın danışmanı Amos Hoschstein’in Lübnan ve İsrail arasında mekik dokumasının Lübnan tarafından bir kıymeti olsa da İsrail için ciddiye alınmadığı 16 Eylül’deki son ziyaretiyle netleşti. Bu noktada Hoschstein’in İsrail savunma bakanı Yoav Gallant’la yapılan görüşmeden bir gün sonra Lübnan’da eş zamanlı olarak yapılan pager patlamaları Amerika’nın etkili etkisizliğini -veya danışıklı dövüşünü- dünyaya gösterdi. Aynı şekilde 2022 yılında Lübnan ve İsrail arasında imzalanan deniz sınırı anlaşmasının da İsrail tarafından yakın zamanda feshedileceğine dair verilen mesajlar ABD yönetiminin Lübnan için planlarının suya düştüğünü de gösterdi.
Aynı bağlamda bir diğer etkili etkisiz aktör olan Fransa lideri Emmanuel Macron’un Lübnan için yaptığı en önemli çıkışı İsrail’e silah ambargosu uygulamak yönünde olsa da, Macron’un açıklamasından bir gün sonra İsrail’in Dahiye yakınlarındaki Total istasyonunu patlatarak Fransa’ya cevap vermesi Macron’un da geri adım atmasına yol açtı. Halihazır da Lübnan için diğer ülkeler gibi acil durum toplantıları yaparak çözüme ulaşmaya çalışması Fransa’nın da İsrail’e karşı zayıf tutumunu bir kere daha Lübnanlılara ispatlamış oldu.
KÜRESEL DENGELER KİMİN ALEYHİNE İŞLİYOR?
Halihazırda İsrail’in kara savaşında istediği hızda ilerleyememesi ve ajandasında İran’a verilecek cevabı saklı tutması Lübnan’a olan öfkesini giderek artırıyor. 1 yıldır Hamas’ı yenemeyen İsrail’in Hizbullah’ın istihbarat gücüne ve silah depolarına bu kadar kısa bir sürede zarar vermiş olması İsrail’in Hizbullah’ı Hamas’tan daha iyi çalıştığına işaret ederken, Amerika’nın da İsrail’in Lübnan işgalinin desteklenmesinin nedenlerini ortaya koyuyor. Bu nedenle de İsrail’in UNIFIL askerlerine saldırması, Lübnan- Suriye sınırındaki geçiş yollarını bombalaması, Netanyahu’nun Lübnan’da iç savaşın çıkmasına olan hevesini gösterir videosunun servis edilmesi veya Amerikan siyasi rotasını hiçe sayıyor olması çok da önemsenmiyor. Ancak bugün Gazze’nin haritadan silinmesine yönelik planların benzer şekilde Lübnan’ın güneyinde de uygulanmak istenmesi küresel arenada dengelerin Amerika ve Avrupa’nın da aleyhine işleyecek bir sürece işaret ettiği biliniyor. Dolayısıyla Lübnan’ın Gazze’ye ne kadar yakın olduğu gerçeğinin idrak edilmesi her zamankinden daha büyük bir önem arz ediyor.