İbrahim İzgi - Yazar
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, PKK’nın silah bıraktığını açıkladığı Kızılcahamam toplantısında, Türkiye’nin tarihi bir eşiğe geldiğini bir kez daha göstermiş oldu. Birçok insanın ömrünün önemli bir kısmını kaplayan ayrılıkçı terör, eğer bundan sonra büyük bir değişiklik yaşanmazsa, tarihin tozlu sayfalarında yerini almaya hazırlanıyor. Bu gelişme sadece Türkiye açısından değil, aynı zamanda dünyanın yaşamakta olduğu bazı kırılmaları birlikte okumak açısından da dikkate değer.
YENİ BİR NEFES ALANI
Tam da bu bağlamda, Berggruen Enstitüsü tarafından yayımlanan Noema dergisindeki “Medeniyetçi milliyetçilik” başlıklı yazı, bugünleri önceden sezmiş gibi… Yazıda özellikle şu vurgulanıyor:
11 Eylül saldırıları sonrası Samuel Huntington, “medeniyetler çatışması” tezine atıfla, Batı’nın Batı dışı değerler karşısında büyük bir birlik oluşturacağını ve bu sayede medeniyetler arası bir kırılma yaşayacağını öngörmüştü. Gerçekten de bir medeniyet arayışı yaşanıyor; ancak bu, Huntington’ın tahmin ettiği biçimde değil. Aksine, neoliberal düzenin ve ulus-devlet paradigmasının arasına sıkışmış olan büyük medeniyetler, yeni bir nefes alma alanına ihtiyaç duyuyor.
Aile, dini değerler, tarihi birliktelikler gibi farklı katmanlarda anlam üreten aidiyet biçimleri bugün çok daha fazla önem taşımaya başladı. Bu yalnızca medeniyetin dışında, “medeniyetten uzak” olarak tanımlanan toplumlar tarafından değil, bizzat Batı’nın kendi içinde de hissediliyor. Amerika bu krizi en derin şekilde yaşayan merkezlerden biri hâline geldi. Çin ve Rusya, kendi kimliklerini ve değer sistemlerini yeniden tarif etme yarışına girerken, yeni bir medeniyet tasavvurunun doğmakta olduğunu açıkça gösteriyorlar.
UYANIŞIN SEMBOLÜ GAZZE
Trump’ın iktidara gelişiyle birlikte yardımcısı J.D. Vance ve diğer üst düzey isimler, Amerika’nın bir değerler sistemine dönüştürülmesi gerektiğini, bunun aynı zamanda bir “bağımsızlık savaşı” olduğunu ifade etmeye başladılar. Steve Bannon gibi isimler, bu süreci neoconlara ve İsrail yanlısı büyük sermayeye karşı verilen bir direniş hareketi olarak yorumluyor. Hâlen devam etmekte olan bu süreç, nihayetinde nereye evrileceği kestirilemeyen, karmaşık ve çok katmanlı bir mücadele olarak sürüyor.
Ancak bugünün dünyasında belki de en sembolik ve belirleyici nokta Gazze’de yaşananlardır. Gazze meselesi, sadece bölgesel bir kriz değil; aynı zamanda insanlığın medeniyet ve değer tarifini yeniden düşünmesine vesile olan bir eşiktir. İtalya’da yükselen sesler, milli değerlerin medeniyet temeliyle yeniden tanımlanması yönünde bir uyanışı yansıtıyor. Aynı durum Rusya’da, Çin’de ve Amerika’da da gözlemleniyor. Ve Türkiye de, kendi medeniyet mirasına sahip çıkmak üzere, etnik milliyetçilikten uzak durarak, daha kapsayıcı bir medeniyetçi milliyetçilik anlayışının temellerini atıyor.
Bu Türkiye’nin hiç yaşamadığı bir tecrübe değil. Namık Kemal’in vatan fikriyle birlikte şekillenen Osmanlıcılık, Osmanlı topraklarında denenmiş bir modeldi. Ancak o model, ulus-devletlerin yükseldiği bir çağda karşılık bulamadı. Sonuç sadece Osmanlı’yla sınırlı değildi. İngiltere kolonyalizmi “gönüllü” biçimde sonlandırdı, Avusturya-Macaristan tamamen dağıldı, Rusya ise kendini Sovyetler Birliği formunda yeniden tanımladı. Ama o model de kendi içinde çözülerek, bugün tekrar bir kimlik arayışı içine girdi.
Ancak şartlar değişti. Bugün Gürcistan’a yalnızca nüfus cüzdanıyla girilebilen bir dünyada yaşıyoruz. Pasaportların bile anlamını kaybettiği bir coğrafyada, Ermenistan Başbakanı’nın Türkiye’ye geldiği, Paşinyan’ın resmi temaslarda bulunduğu bir noktadayız. Bu da gösteriyor ki artık mesele etnik aidiyet değil; gerçek öz kimliklere, ortak çıkarlara ve karşılıklı saygıya dayanan bir medeniyet birliği fikridir.
TÜM DÜNYADA HİSSEDİLİYOR
Bu dönüşüm dünyanın tamamında hissediliyor. Bu süreçte biriken halk enerjisi ve çalınan kolektif servet, büyük şirketler ve teknoloji imparatorlukları eliyle birkaç merkezde toplanmış durumda. Ve bu düzene en çok meşruiyet sağlayan, İsrail’deki Siyonist rejimdir. Ancak medeniyetçi milliyetçiliğin kapsayıcı bakış açısı, bu modelin soluk borularını tıkayacaktır. Rusya ve Türkiye gibi ülkeler, milliyetçiliği kendi içlerinde bulunan farklı etnisite ve dinleri dışlamadan tanımlıyor. Modi’nin Hindistan’ı, Hindu milliyetçiliği üzerine kurulu yapısıyla; ya da İsrail, etnik üstünlüğe dayalı yapısıyla bu kapsayıcı zeminin dışına düşmektedir.
Aynı şeyi apartheid dönemindeki Güney Afrika’da da görmüştük. Irk üstünlüğüne dayalı rejimlerin ve etnik hiyerarşi üzerine inşa edilmiş milliyetçiliklerin sürdürülebilir olmadığını tarih bize defalarca gösterdi. Bugün “medeniyetçi milliyetçilik” kavramı, bu tecrübelerin ardından, dışlayıcı değil; birlikte yaşama iradesini esas alan bir gelecek tahayyülüne kapı aralıyor.
Bundan sonraki süreçte, bu kavram daha fazla konuşulacak. Farklı ulusların, çok uluslu şirketlere ve dijital tahakküme karşı vereceği mücadelede hiç beklemediğimiz ittifakların kurulduğuna tanıklık edeceğiz. Yapay zekânın ve teknolojinin merkezî güçleri dönüştürdüğü bu çağda, “medeniyetçi milliyetçilik” yalnızca bir kimlik politikası değil, aynı zamanda insanlığın yeni anlam arayışına verilen bir cevaba dönüşebilir…