Numan Aka
Yazar
Siyaset literatürünün tuhaf çağrışımlı kavramlarından “muhafazakâr devrimcilik” Türk siyasi tarihinin yabancısı olduğu bir kavram değil. En son geçtiğimiz sene TÜGVA tarafından düzenlenen “Gençlik Buluşması” organizasyonunda, Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, orada bulunan gençlere “muhafazakâr devrimci” diye hitap ettiğinde duyduk.
Cumhurbaşkanımız, son yirmi yılda iktidarda kalmayı başararak Türk siyasi tarihinde kırılması güç bir rekora imza atan partisi için müteaddit defalar bu kavrama atıfta bulundu aslında. Örneğin, Mayıs 2017’de TBMM açılışında yaptığı konuşmasında AK Parti’nin; demokrat, cumhuriyetçi, milli, yerli, muhafazakâr ve kucaklayıcı vasıflarına vurgu yaptıktan sonra devrimciliğine de değinmişti. Kastı, memleketin tarihi ve milletin değerleriyle kavgalı Batıcı siyaset savunucularına karşı mücadele idi.
SESSİZ BİR İNKILAP
Muhalif kalemler mevzuya genelde alaycı yaklaşırken muhafazakâr yazarlardan da yüzeysel bir “yerlilik ve millilik” söylevi duyuyoruz çoğunlukla. Oysa muhafazakâr siyasetin ülkemize özgü durumu, geçmişi ve gelecek tasavvuru, dünya siyasetinin halihazırdaki genel gidişatı ve fikir kaymaları eşliğinde tekrar tekrar değerlendirilmelidir. Bu tür sesli tefekkürler azaldıkça gençlerin konuşulanları boş laf veya slogan olarak algılaması kaçınılmazdır. Oldukça kritik bir dönemden geçiyoruz. Siyasi düşünce tekelini elinde tutmaya çalışan liberal Batı, gerek akademi ve gerekse geniş medya ağı aracılığı ile muhafazakârlığı, popülizm ve faşizm parantezine sıkıştırarak siyaset sahasından tamamen silmek istemektedir çünkü…
Genelde bir araya getirilmekten kaçınılan, hatta zıt konumlandırılan “muhafazakârlık” ve “devrimcilik” kavramlarının bu garip birlikteliği muhafazakârlık bahsi geçtiğinde yüzünü buruşturan gençleri şaşırtabilir fakat hem ilmi hem de tarihi bir geçmişi var. Önce yakın tarihimize bir göz atalım.
AK Parti iktidarıyla Türkiye’de başlayan değişim, sık sık “sessiz devrim” olarak nitelenmiştir. Yapılan değerlendirmeler arasında en ses getireni tarihçi Kemal Karpat’a ait. Değerli bir bilim insanı olması hasebiyle söyledikleri basında daha çok yankı bulan Karpat, AK Parti’nin reformcu yönü ve Türkiye’deki demokratik değişime öncülük etmesi açısından yaklaşmıştı meseleye.
BATICI AYDINLAR TARAFINDAN ÖCÜLEŞTİRİLDİ
Kurulduğundan itibaren Batıcı aydınlarımız ve medya tarafından milliyetçi sağın bile sağında öcüleştirilerek “aşırı, radikal, kökten dinci” gibi etiketlerle damgalanmaya çalışılan ve AK Parti’nin selefi kabul edilen Milli Görüş’ün Refah Partisi ile belediyecilikte kazandığı ivme AK Parti iktidarında bir devlet inkılâbına dönüşmüştür. Bu dönem en çok hatırlanan düşünürlerden biri de İdris Küçükömer’dir. Onun, “Türkiye’de sol, sağ; sağ da soldur” sözü bu meyanda defalarca dile getirilmiştir.
Son tahlilde, ne AK Parti muhafazakârlığı ne de selefi Milli Görüş mukaddesatçılığı modern siyaset sözlüğünün sağ ve sol kalıplarına sokulabilecek siyasi olgular değiller. Ülkenin kendine mahsus şartları ve kültürü içerisinde yetişmiş dindar fertlerinin, ülkenin geleceği için ortaya koydukları özgün siyasetin vücut bulmuş halleridir bu hareketler. Modern siyasetin yapay sağ-sol, ılımlı-aşırı ayrımlarına inat, Türk siyasetinin tam merkezinde yer almayı başarmışlardır.
GÜDÜMLÜ DEĞİL ÖZGÜN SİYASET
Kemal Karpat vb. düşüncedeki isimlerin gelişmeleri okuması ile AK Parti temsilcilerinin değerlendirmeleri bazı müşterekleri olsa da bir değil elbette. Hocanın yaklaşımı, Ahmet İnsel’in belirttiği gibi “devrimi çağın gerektirdiği değişim ve yenilikler olarak gören, sahip olunan kültür ve ahlakı yitirmeden ilerlemeyi ve ılımlı bir demokrasiyi savunan muhafazakâr demokrat” tanımına daha uygun. AK Parti, siyaset sahnesine çıkarken kendini bu şekilde tanımlamayı tercih etmişti zaten.
Kuruluşundan itibaren “muhafazakâr, İslamcı, liberal, sosyal demokrat, devrimci” gibi farklı etiketlerle sınıflandırılmaya çalışılması, partinin özgün karakterine yeterince delil teşkil ediyor. Fakat tanımlayanları zor durumda bırakan gelişmeler sık sık vuku bulmuştur. Nitekim Kemal Karpat’ın AK Parti muhafazakârlığı ile liberalizm arasında kurduğu olumlu, hatta eşitleyici ilişkiyi nakzedercesine hemen hemen aynı tarihlerde parti, Batı menşeli küresel müesses nizamdan yana siyaset güden liberallerle yollarını ayırdığını ilan etmişti.
Ülke sathında, ideolojisi yüzeysel bir Batı taklitçiliğinden öteye gitmeyen Kemalistlere ve sosyalistlere, Batı güdümünde bir ülke arzulayan muhafazakâr etiketli FETÖ gibi örgütlere ve geleneksel merkez sağa karşı duruşu, uluslararası alanda ise Batı egemenliğindeki dünya düzenine karşı çıkışı, AK Parti’nin uysal değil “asi” bir karakteri olduğunu bize göstermektedir.
UYSALLIĞIN REDDİ
İsyan Ahlâkı, merhum Nurettin Topçu’nun 1934’te Sorbonne Üniversitesi’nde verdiği ve Paris’te Fransızca olarak yayımlanan felsefe tezidir. Nurettin Topçu’yu, Mehmet Akif ve Necip Fazıl gibi adını daha fazla duyduğumuz düşünürlerden ayıran ve daha az gündem olmasına yol açan neden, siyasi düşüncesinin ağır felsefî dili olsa gerek. Fakat bu durum, düşüncelerinin Türkiye’deki muhafazakâr hareketlere yön vermediği anlamına gelmiyor.
“İsyan felsefesi”nin özünü, insanın kendini ahlâkî olarak sonsuz kudret sahibi Allah’a bağlaması oluşturur. Allah’a yaklaşmadıkça sonsuz iyilik ve mutluluğa kavuşamayız. Müslüman mevcut şartların sınırlayıcılığına isyan etmeli, dünyevi rahatlığa ve zevklere “hayır” diyebilmelidir. Topçu felsefesi, muhafazakârlara atfedilen uysallığın reddidir. “Anadolu Sosyalizmi” olarak adlandırmıştır bu siyaseti fakat bilinen herhangi bir sosyalist hareketle ilişkili değildir. “Kültür ve Ahlak”, “Adalet” ve “Çalışma” olarak adlandırdığı üç kademesi vardır.
Kültür ve ahlâk, İslam’dan beslenmeli, tasavvufu rehber edinmelidir. Adalet sadece idari ve hukuki bir mesele olarak değil, ilköğretimden itibaren nesillere eğitimle kazandırılması gereken bir haslet olarak görülmelidir. Müslüman siyasetçi, çalışma aşkıyla eğitim, altyapı, ulaşım ve sağlık gibi alanlarda millete hizmeti öncelemelidir. Tanıdık geliyor öyle değil mi?
Günümüz Müslümanlarının en büyük açmazlarından biri başkalarının gözleriyle kendilerine bakmaları, başkalarının sözleriyle kendilerini tanımlamaya çalışmalarıdır; sonucu ya kendinden nefret ya da çaresizlik hissi olmaktadır. Bu engeli aşmanın yolu, siyaset ve fikir hayatımızın önüne çekilen zihni perdeleri devrimci bir yaklaşımla kaldırmaktan geçiyor evvela…