Yekta Şirin - Metin Yazarı
Oliver Roy, “Siyasal İslam’ın İflası” adlı kitabını yayınladığında bir hayli ses getirmişti. Fransız entelektüelin 1992 yılında yayınlanan eseri 1994’te Cüneyt Akalın çevirisiyle Metis Yayınları tarafından Türk okuyucusuyla buluşmuştu. Roy, İslam dünyasındaki diktatörlere ve Batı’nın sömürgeci politikalarına karşı duran İslamcıları kadrajına alarak bu hareketlerin başarılı olamadığını, İslamcıların iktidar oldukları ülkelerde de iddialarıyla uyumlu bir yönetim sergileyemediklerini de belirterek İslamcılığın iflasını ilan etmişti. İslamcılığın düşünsel olarak tıkandığını, Orta Doğu’daki güç dengelerine gücü yetmediğini, dünyada bir “üçüncü güç” yaratamadığını vurgulamıştı. Bu yaklaşım özellikle İslamcılıkla derdi olan seküler çevreler tarafından olumlu karşılanmıştı.
Roy, eserini yazdığında Irak ve Afganistan’ın işgali başta olmak üzere 2000 sonrası insanların ölümüne, şehirlerin talan edilmesine neden olan, İslam ülkelerine dönük işgaller de henüz gerçekleşmemişti. Oysa burada atlanan temel nokta; geçmişte yaşananlarla birlikte bu işgaller de göz önüne alındığında Batı dışı coğrafyalara dönük sömürgecilik faaliyetlerini önemsemeyerek yapılan değerlendirmelerin gerçekçi olmayacağıydı. Dolayısıyla Roy’un yaklaşımının hem eksik hem de yanıltıcı olduğu söylenebilir. Sebepleriyle bunu açıklamaya çalışalım…
“SÖMÜRGECİLİK BİTTİ” YALANI
Öncelikle dünya siyasi tarihinin en karanlık dönemi Batılı ülkelerin Doğu coğrafyasını kolonize ettiği yıllardır. Kristof Kolomb’un İspanyol devletinin destekleriyle başlattığı sömürgecilik faaliyetlerini; Portekiz, Hollanda, Belçika, İngiltere, Fransa, İtalya başta olmak üzere birçok Batılı ülke artırarak devam ettirdi. Milyonlarca insanın ölümüne, sakat kalmasına, ellerinin, kollarının kesilmesine, ülkelerin işgal edilmesine yol açan sömürgecilik döneminde Doğu coğrafyasında bulunan ülkeler ekonomik olarak da çökertildi. Değerli madenleri, tarım ürünleri, sanat eserleri talan edildi. Oliver Roy’un yaklaşımda ise sömürgeciliğin geride kaldığı varsayılmaktadır. Bu yaklaşım asla doğru değildir. Bugün başta Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere, Fransa gibi ülkeler halen sömürgecilik faaliyetlerini sürdürmektedir. Eğer sömürgecilik geride kaldıysa, Batı dışındaki coğrafyalar neden hala işgal edilmektedir? Doğu’daki ülkelerin petrolleri, değerli madenleri, tarımsal üretimleri hangi hakla Batılılar tarafından kullanılmaktadır? Fransa nasıl bir hukuki gerekçeyle Afrika’daki varlığını sürdürmeye çalışmaktadır? Batılı ülkelerle uyumlu, halkına nefes aldırmayan diktatörler neden desteklenmektedir? Irak’ta Saddam Hüseyin Halepçe’de binlerce insanı hedef gözetmeksizin katlederken kimyasal silahların Batılı ülkeler tarafından tedarik edilmesi neyle açıklanabilir? Bu açıdan Roy’un Batı tarafından sömürülen bir coğrafyanın sanki bağımsız koşullarda, kendi ayakları üzerinde duruyormuş gibi değerlendirmesi büyük bir yanlıştır. Olgular ve olaylar Roy’u doğrulamıyor.
TALAN EDİLEN ÜLKELERE NEDEN TAZMİNAT ÖDENMEDİ?
İkinci olarak, velev ki; Roy’un yaklaşımı esas alınarak sömürgeciliğin geride kaldığı kabul edilsin. O halde şu soruları sormak gerekir; Batılı sömürgeci güçlerin işgal ettikleri ülkelerin büyük bir kısmında kendi siyasetlerine uygun bir yönetim şekli kurarak buradan çekildiği ortada iken; bunun yanında Batı merkezli siyaseti sorgusuz bir şekilde uygulayan, Batı’ya itaat eden, her türlü zorbalığı, terörü uygulayan işbirlikçi siyasetçilerin varlığını mevcut kılmış iken işgal edilen ülkelerin özgür ve bağımsız olduğu nasıl iddia edilebilir? Bu durum, ülkeler için özgürlük ve bağımsızlık anlamına gelebilir mi? Sömürgeci ülkelerin resmi olarak işgal ettikleri topraklardan çekilip kendi uydu yönetimlerinin varlığını sürdürmek için toplumun rızasını hiçe sayarak siyaset üretmeleri, o ülkelerde sömürgeciliğin bittiği anlamına gelir mi? Burada bir diğer önemli husus ise yüzyıllar boyunca en değerli varlıkları gasp edilen bu ülkelere tazminat ödenmemesidir. Örneğin insanlık tarihinin en büyük katliamlarını gerçekleştiren Belçika, Kongo’dan kaçırdıklarının tazminatını ödedi mi? Ya da Fransa, Cezayir’de yol açtığı yıkımın maliyetini karşıladı mı? Bunların hiçbiri yapılmadı. Üstelik tahribatın boyutu dahi belli değil. İşgal edilen hiçbir ülkeye gerekli tazminat ödenmedi. Roy’un tüm bunlar hiç yaşanmamış gibi Cezayir’e dönüp, “İslamcılar burada düzen kuramadı” demesi faili gizlemekten öte bir anlama taşımaz.
GASP EDE EDE ZENGİN OLDULAR
Üçüncü olarak; bir diğer önemli nokta ise Batılı ülkelerin Doğu değerlendirmelerinde evrensel bir kabulmüş gibi kendi standartlarına bağlı olmasıdır. Batılılar, Doğu coğrafyasında milyonlarca insanı öldürüp sömürgeleştirerek en değerli varlıkları ülkelerine taşıyıp refah seviyesine ulaştı. Gelinen noktada bugün sahip olunan zenginlikte sanki bu gaspçılığın hiçbir etkisi olmamış gibi sömürülen ülkeleri, Batılı standartlarla değerlendirip geri kalmışlıkla itham etmek tarihi saptırmak, insanlığı büyük bir yalana inandırmaktan öte bir şey değildir.
Oliver Roy, Afganistan’daki başarısızlıktan bahsediliyor. Önce İngiltere’nin ardından Rusya’nın daha sonra başta ABD olmak üzere tüm Batılı güçlerin birleşerek saldırdığı Afganistan’da hangi düzensizlikten bahsedilebilir? İnsanların mağaralarda yaşamak zorunda bırakıldığı, yetimhanelerin bombalandığı, kundaktaki bebeklerin dahi öldürüldüğü Afganistan’da ve işgal edilen diğer ülkelerde konuşulması gereken asıl mesele Batı’nın ırkçı ve sömürgeci politikalarıdır. Batı’nın söylem üstünlüğü sayesinde Batı-dışında kalanların “Afganistan’ı ilkel - vahşi” görmesi sağlanmıştır. Bu durum bizler açısından işin başka bir felaket tarafını oluşturur. Aynı şey Batılı güçlerin yönlendirmesiyle iç çatışmaların yaşandığı ülkeler için de geçerlidir. Yiyecek ekmeği, çalışacak işi olmayan insanlara verilen üst düzey silahlarla Afrika başta olmak üzere birçok farklı bölgelerde iç çatışmalar tetiklenmiştir.
ÖNCE KOLONYALİST POLİTİKALARLA HESAPLAŞILMALI
Doğu–Batı ilişkileri bağlamında meselenin doğru şekilde anlaşılması açısından Doğu halklarının sorumluluğu da göz ardı edilemez. Kimlikçi siyaset, tahammülsüzlük ve şiddeti meşru gören radikal tutumlar ciddi sorun teşkil etmektedir. Ancak çatışmaların asıl faili olan sömürgeciliğin etkilerini yok sayarak sadece görünen üzerinden konuyu değerlendirmek eksik olacaktır. Bu sebeple bugün başta İslam dünyası olmak üzere Batının ırkçı ve sömürgeci politikaları nedeniyle sorun yaşanan bölgelerde üzerinde durulması ve hesaplaşılması gereken öncelikli mesele kolonyalizmdir. Kolonyalist politikaların yol açtığı siyasi, toplumsal ve ahlaki krizlerin tespiti yapılmadan, halkların yaşadığı savrulmanın anlaşılamayacağı bilinmelidir. Bu sebeple Oliver Roy’un Batı’nın faillini örten bir eyleme dönüşen “siyasal İslamcılığın iflası” tezinin bilimsel bir dayanağı söz konusu değildir.
BATI DİKTATÖRLERLE DAHA RAHAT İŞ TUTAR
Roy, İslam dünyasında 150 yıldır sömürgeciliğe karşı direniş sergileyen en güçlü toplumsal hareket olma özelliğine sahip İslamcılığın düşünsel olarak tıkanmışlığından bahsediyor. Fakat İslamcılık bir takım teorik tartışmalar içinde bulunsa da önceliği topraklarını işgal eden emperyalist güçlere ve onlarla iş birliği içinde olan yönetimlere karşı koymak olmuştur. İnsanların nefes alamadığı, özgür bir şekilde hareket edemediği bir ortamda teorik tıkanmışlıktan bahsetmek nasıl mümkün olabilir! Irak işgal edilirken, Bosna’da insanlar katledilirken, Filistin, Yemen bombalanırken hangi teoriden bahsedeceğiz? Mısır’da İhvan’ın yönetime gelmesine karşı gerçekleşen darbe sonrasında binlerce insan hayatını kaybetti. Halkın oyu ile seçilmiş Mursi’ye dönük darbe için batılılar “darbe” bile demedi. Tunus’ta özgürlükçü ve demokrat bir anlayışa sahip olan Gannuşi, hukuksuz bir şekilde mahkûm edildi. Avrupalı siyasetçiler halkına zulmeden diktatörlerle ekonomik ilişkiler geliştirdi. Tüm bunlar yaşanırken Batılı güçler yaşanan zulümlerin esas faili konumundaydı.
“MODERNLEŞME” TASMASINI GÖNÜLLÜ TAKANLAR
Rönesans’ın ardından özellikle 18. yüzyıldan itibaren düşünce alanında Aydınlanmanın, siyasal alanda ise Fransız devriminin etkisiyle başlayan süreçte Kolonyalizm de Batı’ya ekonomik avantajlar sağladı. Bu sayede uluslararası egemenliğini tesis eden Batı, emperyalist politikalarını perdeleyen yeni bir kavramı literatüre sokarak, işgal edilen coğrafyalardaki girişimlerini “medenileştirme” olarak tanımladı. Kendini efendi olarak konumlandıran Batı, işgal ettiği ülkelerdeki insanları köle şeklinde sunarak söylemsel bir üstünlük kurdu. Oryantalizmin, kolonyalist politikaların hayata geçirilmesindeki etkisi başka bir yazının konusu ancak burada üzerinde durduğumuz konu söylem üstünlüğünün neticesinde Batı dışı toplumların siyasal batıcılığı bir ideoloji haline getirmesidir. Siyasal Batıcılık fikrinin Batı dışı toplumlarda bir ideale dönüşmesi “modernleşme” söylemiyle kurgulandı. Batı tarafından sömürülen ülkelerde Batılı gibi görünmek adına modernleşmeci tezleri tekrarlayan aydın ve siyasetçi sınıfı oluştu. Bu sınıf sömürgecilikle hesaplaşmak yerine Batıcılığı bir hedef olarak belirledi.
Batı, modernleşmenin adresi, bilim, sanat, düşünce ve teknolojinin kaynağı olarak kabul edilerek yeryüzündeki ideal düzeni temsil eder hale geldi. Bu yaklaşım dünyanın dört bir yanında ciddi bir taraftar buldu. Özellikle 80’li yıllardan itibaren artık Batı dendiğinde işgaller, soykırım ve ırkçılık hatırlanmaz oldu. Kitle iletişim araçlarının da etkisiyle Batı algısı hukuk devleti, insan hakları, özgürlük ve zenginliğe dair imajlarla şekillendi. Batı’yı eleştirmek dahi imkânsız hale geldi. Hatta öyle ki Batı dışı toplumlarda, sömürgeciliğe maruz kalmış halklar arasında Batılılardan daha fazla Batıcılığı savunan bir kesim oluştu. Onlar için Batı, hatadan ve eksiklikten bağımsız olmak, yüksek kültür ve düşünce demekti.
Genel olarak kolonize edilmiş toplumlarda siyasal batıcılığın etkisi iktidar çevrelerinde görüldü. İslam dünyasında ve Afrika’da Batılı devletlerle uyumlu politika izleyen ve modernleşme adı altında siyasal batıcılığı savunanlar siyasi ve ekonomik üstünlüğü elinde tutan dar bir çevreden oluşuyordu. Bu elit kesim, iktidarın gücüyle toplumu “modernleşme”ye zorlarken İslamcı grupların da içinde bulunduğu toplum kesimleri taklitçilik, yabancılaşma, kültürel uyumsuzluk ve sömürgecilik gibi kavramları öne çıkartarak siyasal Batıcılığa itirazlar geliştirmişlerdi.
YAPAY GERÇEKLİĞE MAHKUM EDİLEN DOĞU
Nihayetinde bugün devam eden krizlerin temelinde sömürgeciliğin yol açtığı bu siyasal ve toplumsal gerilimlerin etkisi yer almaktadır. Bu etkilere dair soğuk kanlı ve objektif değerlendirmeler yapılmadığı, 150-200 yıllık sömürgeciliğin yol açtığı tahribat tedavi edilmediği müddetçe krizlerin devam etmesi kuvvetle muhtemeldir. Böyle bir durumda objektif değerlendirmeler yapmak biraz zor görünmektedir. Çünkü İslam dünyasında ve Afrika’da dışarıdan yapılan müdahaleler nedeniyle doğal düzen bozulmuş, bu toprakların kendi tarihi ve kültürel birikimleri göz ardı edilerek yapay bir gerçeklik kurgulanmıştır. Doğu toplumu bu yapay gerçekliğe uyum göstermeye zorlanmaktadır. Doğu toplumlarının çağın şartlarına uygun bir toplumsal yahut siyasal model ortaya koyabilmeleri için doğal düzeni bozucu zorlayıcı etkilerin son bulması gerekir.
Bu açıdan Gannuşi’nin ve çok sayıda İslamcı entellektüelin sömürgeciliğe de diktatörlüğe de karşı duruşu üçüncü yolun gelişmesi adına önemli bir adımdı. Ancak unutmamak gerekir ki Batı destekli yapılar buna dahi tahammül edemedi. Yine bugün tüm dünyanın gözleri önünde Gazze’de gerçekleşen soykırım da Batılı devletlerin karşı koyması bir yana bizatihi batılı devletlerin desteğiyle gerçekleşmektedir. Gazze’de çocukların öldürüldüğü, ibadethanelerin ve hastanelerin bombalandığı, ekmek, su, tıbbi yardım taşıyan araçların uçaklarla vurulduğu bir ortamda bugün Batılı paradigmanın halen güçlü bir alternatif olabileceğinden söz etmek mümkün gözükmemektedir.
“ÇOCUK ÖLDÜRÜYORLAR AMA MÜZELERİ ÇOK GÜZEL”
Batı, yol açtığı tüm yıkımlara rağmen kendisini vazgeçilmez bir paradigma olarak dayatmaya çalışıyor. Batılı ülkelere ait uçaklar yetimhaneleri vuruyor, Batılı ülkelere ait silahlarla siviller katlediliyor. Geliştirdikleri kitle imha silahlarıyla nesiller yok ediliyor. Batı öldürüyor!
Hal böyleyken Batı’ya dönük yapılan eleştirilerin karşısına, siyasal batıcılık zemininin zayıflamasından endişe edenler Batı’nın kültürünü, sanatını, düşüncesini çıkarıyor. Geçmişte Batı merkezciliğine dönük yapılan eleştirilere cevap olarak geliştirilen bu stratejik tavır belli dönemlerde işe yaramıştı. Bugün ise artık ölümü perdelemeye çalışmanın ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Bu tavır “Batı çocuk öldürüyor ama Avrupa ülkelerinde de müthiş müzeler var” yaklaşımıyla Batı’nın günahlarını perdeleyerek halen Batıcılığı güçlü bir alternatif olarak sunmanın farklı bir yoludur. Gelinen nokta itibarıyla son 200 yıllık performansına bakıldığında iflas eden düşünce Batıcılıktır. Batı’nın temsil ettiği iddia edilen değerler meşruiyetini yitirmiştir. Söz konusu edilmesi gereken, Roy’un iddia ve manipüle ettiği şeyin tam tersi olan “Siyasal Batıcılığın İflasıdır.”