Yılmaz Yalçıner’in 3. vefat yıl dönümü: Unutma beni unutama beni

"Mekki, tabutumu yanınıza bir sevenimi de alın dördünüz taşıyın, toprağa siz verin kalabalık istemem" der dururdun. Tam da istediğin gibi olmuştu. Seni asla unutmayan hayırla yâd eden Batman’dan, İzmir’den, Mardin’den kopup gelen 31. Koğuş'un vefalı, çileli, asil, fedakâr evlatları ve bir avuç seveninle seni sevdiğin Rabb'ine emanet etmiştik. Onlar gerçekten dost idiler. İşte bugün de sana dostluklarını sunuyor seni rahmetle anıyorlar.

İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM

Mekki Yassıkaya - Yazar

Türk halk ozanı, Türkmen/Abdallık kültürünün ve müzik geleneğinin son büyük temsilcisi olan ve Bozkırın Tezenesi olarak tanınan arif ruhlu insan Neşet Ertaş gerçek seveni/sevgiyi, dostluğu hatırlatarak “Sanırsın ki sevenim çok, dostum çok / Sonra kötü bir şey olur, sonra dönüp bir bakarsın ki arkanda gölgenden başka kimse yok” der. Yaşanmışlığın canlı tanıklığını yapar.

Bugün senin sıkça “Mekki artık zaman akıp geçti. Bizler artık hatırlanmayız. Bizi tanıyıp bilen de kalmadı, olanlar da unuttular, unutur görünürler. Bulaşmayalım gayrı derler” diye dillendirdiğin zamanlar olurdu yalnızlıktan bizar olduğun anlarda telefonla arayıp dertleştiğimiz, kederimizi neşemizi telefona döküp topladığımız demlerde…

ŞÛRÂ VE TEVHÎD

Sahi ne günler yaşadık değil mi ağabeyciğim unutulmazlar arasına kazık çaktığımızı zannettiğimiz. Mesela Şûrâ ve Tevhîd’i yayımladığımız günler. Her sayısına kelepçe vurulan, her sayfasına davalar açılan, hayat damarlarımız, can suyumuz, heyecanımız, sevdamız, aşkımız, gayemizin, ideallerimizin, ufkumuzun azığı olan gazetelerimiz… Hatırla ağabey, solda Cumhuriyet ve bizim cenahta gazetelerimiz Şûrâ ve Tevhîd; tirajda yarışanlardık ve biz 3-4 bin adetle hep öndeydik. 44 binlere ulaşmıştık ve neredeyse hiç iadesi olmayan gazetelerdik. Her hafta basın savcılığınca toplatılma kararı alınmış gazeteyi toplamaya gelmiş polisler anca 2-3 gazete müsadere edebiliyorlardı. Yayına son verdiğimizde cilt yaptıralım demiştik de 100 adedi anca evlerimizden alıp geri getirdiğimiz gazetelerle tamamlayabilmiştik. Adeta tüm şehirlerde yok satıyorduk. Bize gönül veren kardeşlerimiz aşkla şevkle gazeteleri satıp bitirdikçe bana telefon edip bir sonraki sayının daha çok gönderilmesini istiyorlardı. Her sayısı merakla, heyecanla bekleniyordu.

Sadece okurlarımız mıydı bekleyen? Değildi elbette neredeyse her sayımızın baskısını temaşa etmeyi bir zorunlu görev olarak addeden biri daha vardı; Son Havadis gazetesinin sahibi merhum Mustafa Özkan. Gazetelerimizi onun, o zamanların en modern baskı tesisi olan OFSET Baskı Makinalarında bastırıyorduk. Özkan, Perşembe akşamları bizden önce makinaların çalışmasını en iyi görebileceği yere koltuğunu koydurur rotatifler dönmeye başlayınca zevkle gazetenin baskısı bitinceye kadar seyreder sonra “Yalçın kolay gelsin!” diyerek iyi dileklerini söyleyerek gece yarısı evine giderdi. Sen yine böyle günlerden birinde “Ya Mustafa bey hayırdır senin gazeten değil ama her hafta buradasın bir aksilik mi görüyorsun, gazetemizin her sayısının toplatılmasından dolayı gocunuyor musun?” diye sormuştun da “Yok ya ne gocunması, ben zevk alıyorum sizin gazetenin basımından. Şu makinaları aldık şöyle zevkle heyecanla rotatiflerini döndüremedik. Tam hızını alıyor, baskı bitiveriyor, 3-4 bin baskı bu makinalara zevk vermiyor, ama haftada bir olsun sizin gazete ile makinalar matbaa olduğunu hatırlıyor, ben de işte o zevki yaşamak için geliyor seyrediyorum” diye biraz da gözü nemli cevap vermişti. Belki de seninle Ankara’da onun gazetelerinde çalıştığınız günleri hatırlıyor gibiydi kim bilir.

GÜNEŞSİZ GÖLGE OLMAZ

O günlerin hiç bitmeyeceğini, unutulmayacağını düşünüyor aşkla şevkle yeni günlere doğuyordu güneşimiz. Ama galiba öyle olmadı be ağabeyciğim. Biliyorsun biz gazetelerimizi çıkarırken bozulmayacak prensiplerimiz vardı. Bunlardan önemli olanı paralı reklam ve ilan almamaktı. Gazetelerimiz o günün şartlarında çok satıldığı gibi yazılanlar da bir hüccet gibi okuyucularımız nezdinde me’haz buluyordu, kabul görüyordu. Reklamlarla okuyucumuzu yanlışa yönlendirmekten, vebal almaktan korkuyorduk. Sadece kendi isteğimizle yayınladığımız bir iki reklam oldu, kutucuklar halinde, parasız meccanen. Tam da düşündüğümüz gibiydi netice. Reklamını yaptığımız ürün ve firmalar alıp başını gitmişti okuyucularımızın hüsnü teveccühleriyle. Biri bir yıl içinde 7 şehirde şube bile açmıştı.

Unutulmak dedim ya, bunu çok acı bir şekilde yaşayarak tatmıştım. Malatya mahbesinden azad olduktan birkaç yıl sonra idi. İşte o reklamını yaptığımız ürünlerden birinin sahibiyle Saraçhane’de karşı karşıya geldik. Hemen tanımıştım zira çok bir değişikliğe uğramamıştı dostumuz. Dostumuz diyorum, mahpusa düşmeden çok çok samimi günlerimiz geçmiş sohbetlerimiz olmuştu. Elimi uzattım, selam verdim, nasılsın dedim. “Hayırdır kimsiniz, sizi tanımıyorum” diye mukabelede bulundu. Ben Mekki. Şûrâ gazetesi, Tevhid gazetesi, Aksaray, uçak, Diyarbakır, K. Pederim…(ürününü merhum çok satmıştı) falan diye kendimi tanıttıysam da nafile. Tanımadı. Tanımak istemedi. O yürüyüp giderken arkası sıra öylece bakıp kalmıştım. Bu tavrı, yok sayılmayı kabullenememiştim. 11 yılda neler değişmiş, neler unutulmuş meğer… Yaşayınca anlamış oldum.

Ah be ağabeyim, insanın tepesinde güneşi, ışığı olmazsa gölgesi bile olmazmış. Neşet usta gölge için güneşin de olması lazım diyememiş besbelli… “Unutma beni, Unutama beni” bir şarkı sözü olmaktan ziyade senin, bizim kasvetli hikâyemiz aslında. Ne var ki sen görünmez yerlere güneşler bırakmıştın. Güneşi batan yerlerde hatırlanmaman, unutulman kadar doğal ne olabilir ki. Evet öyle güzel insanlara; gençlere (çocuklara mı demeliyim) ışık oldun ki onların ziyaları karanlıklarda bile senin ardında uzayıp giden nurlu bir gölge halinde seni takip ediyor Allah’a şükür.

DÖRT DOST

Sen insan selinin akıp gittiği Marmaris’te kendine has yaşam tarzınla yalnız kalmayı becerdiğin demlerde, zaman zaman duvarlara konuşmaktan bıktığın vakit telefonlaştığımızda ölümü hatırlayıp “Mekki tabutumu yanınıza bir sevenimi de alın dördünüz taşıyın, toprağa siz verin kalabalık istemem” der dururdun. Tam da istediğin gibi olmuştu. Seni asla unutmayan hayırla yâd eden Batman’dan, İzmir’den, Mardin’den kopup gelen 31. Koğuş'un vefalı, çileli, asil, fedakâr evlatları ve bir avuç seveninle seni sevdiğin Rabbine emanet etmiştik. Onlar gerçekten dost idiler. İşte bugün de sana dostluklarını sunuyor seni rahmetle anıyorlar. Özlemişsindir, zira onlar her fırsatta seni unutmadıklarını ve özlemlerini dile getiriyorlar. İşte seni en çok özleyenlerden Şehmuz bak neler söylüyor, söz onun:

“Selamün Aleyküm;

Yılmaz hocam, ağabeyim, gönüldaşım yazıya dökmek istediklerini dökmeyip benimle paylaşan Yılmaz hocam, Ruhun şad olsun mekânın cennet olsun. Vicdan adlı eserini yazarken sık sık arar kızımla sohbet ederdi, merak ettiği meselelerle ilgili yazışırlardı. Hatta Yılmaz hocamın verdiği dersler sayesinde kızım iki kompozisyon yarışmasında ödül aldı. Teşekkür mahiyetinde telefon açtığında “bunları ilk senle paylaşıyorum” diye yazmakta olduğu kitabından benimle kısa paragraflar yollar, paylaşırdı. Onun, benim gerçek hocamın kızımın ufkunu aydınlatmasında büyük katkısı oldu. Vefatına yakın bir zamanda bir saat resmi yollamıştı. (Zira o saati gönderdikten az bir zaman sonra rahmeti rahmana kavuşmuştu) Ağabey bu ne demiştim. “Dünyadaki tek maddi varlığım ölünce oğluma verilecek” demişti. Maddi olanaksızlıklar yüzünden cenazesine gelemediğim için o zaman Remzi kardeşe söylemiştim bu adeta vasiyet gibi dileğini. Bir balığı olta ile yakalayıp resmini paylaştım da “Vay o resmi paylaşan sen misin!?” diye fırça üstüne fırça yedim. Özellikle balıkların ölümüne hiç dayanamazdı. Vicdanı el vermezdi. Galiba VİCDAN kitabını yazmaya onu sevk eden etkenlerden biri bu olmalıydı.

YOKUŞLARDA SUSAMAK

Yılmaz ağabeyimin o nahifliğini o zaman keşfettim. Sohbetlerimizde çok az siyasi konulara değinirdik halini anlatır dua edin derdi. Kendisiyle vefatından 15 gün önce görüşmüştüm. Biz senin sözlerinin, nasihatlerinin hakkını ödeyemeyiz demiştim. “Sakın öyle söyleme Şehmus’um. Sizlere hidayeti bahşeden Allah’tır. Yalnızca bizler o karanlıkta ufak bir ışık tuttuk.” demişti. Son sözleri “Ben Adıyaman Terkan aşiretinden Kürt Yılmaz Yalçıner’im” olmuştu o konuşmamızda, telefonunu dua edip kapattı. Ağlamaklıydı. Hala kulaklarımda ve aklımda capcanlı o ses.

Yılmaz hocam gerçekten doğruyu bulmak adına devamlı yokuş çıktı. Tıpkı ilk yazdığı “Yokuşlarda Susamak” kitabı gibi bir hayatı yaşadı. Bütün kalbi duygularla dualarımda “Ben hocamla sohbete doymadım, beni ona komşu eyle cennette” diye dua ederim. Vallahi ben ondan iyilik ve güzel nasihatten başka bir şey görmedim. O hakkını inşallah bana helal etmiştir. Rabbim onu Cennetiyle ödüllendirsin inşallah. Âmin. Ruhuna el Fatiha!”

Hakkı Kino az mı dert ortağın olmuştu? Bize gizli ona ayân olan dünyanda seni hiç yalnız bırakmamıştı.

“Çok değerli kıymetli ağabeyim, rahmetli Yılmaz ağabeyimle alakalı ne yazacağımı, hissiyatımı nasıl yazıya dökeceğim bilemiyorum. Sırdaşımla alakalı yazma takatını kendimde bulamıyorum. O öz babamız gibi bizleri cehennem azabı yaşatılıp çektirilen Diyarbakır 5 no'-luda tüm kötülüklerden, zebanilerin işkencelerinden korudu. Siz korudunuz Yılmaz ağabey. Sen tanıdığım en hakkaniyetli, vicdanlı, dürüst biriydin. Bize bu ulvi kelimelerin içini doldurarak adaletli, vicdanlı, hakkaniyetli olmayı öğrettin. Sana, Hasan, Ömer ve Mekki ağabeylerime sonsuz şükran doluyum. Benim ve arkadaşlarımın hidayete erişmeme, erişmemize vesile oldunuz. Burada kelimelere dökemediğim duygularımı bir gün ağabeyimle yan yana geldiğimde Yılmaz ağabeyle alakalı içimi dökerim. Onu ne kadar sevdiğimi, bizlerin hayatına dokunarak geleceğimizi kurtardığını, bize istikamet verdiğini, onun bize kazandırdıklarını anlatırım. Rabbim Yılmaz ağabeyime gani gani rahmet eylesin mekanını cennet eylesin inşallah. Rabbim size, Ömer Hasan ağabeyime hayırlı sağlıklı huzurlu bir ömür nasip etsin. Akşamın hayırlı olsun yengeme ev halkına selam dua ve hürmetlerimle..”

Rıdvan Kino bilirsin mahcup delikanlılardan idi. Utangaçtı, saygılıydı, seninle bizimle konuşurken yüzü kıpkırmızı olurdu. Tam bir edep timsaliydi. O da, “Yılmaz ağabeye Allah’tan rahmet size de hayırlı bir ömür dilerim. Allah hepimize insanlara hayırlı olmayı nasip etsin. O tanıdığım en hayırlı insanlardan biriydi. Yılmaz abiye Rabbim cenneti alâdan bir mekan bahşetsin. Âmin.” diyor…

ANALARIN DOĞURDUĞUNA PİŞMAN OLDUĞU GÜNLER

Remzi Abak ise ailecek senin en çok ilgilendiğin kardeşindi. O da sana olan muhabbetini şöyle dile getiriyordu:

Evvela Yılmaz Yalçıner ağabeyimize Allah'tan rahmet diliyorum. 15 yaşımda idim Diyarbakır 5 no'lu askeri ceza evine düştüğümde. 12 Eylül 1980 askeri darbe faşizminin oluşturduğu bu cehennemde 2 yılı aşkın bir zaman aynı koğuşta kalmış şanslı çocuklardan oldum. “Şanslı” diyorum çünkü o dönem için Kadri Çelik kardeşimizin deyimiyle ‘Anaların doğurduğuna, çocukların doğduğuna pişman olduğu günler’ dediği zor günler.

5 No'lu askeri darbe cehennemi, Esat Oktay Yıldıran ve zebanileri tarafından, herkes için dayanılmaz acılar, işkence haneye çevrilmişti. Kimsenin kimseyi koruyamadığı o cehennemde, Yılmaz ağabeyim, diğer koğuşlarda çocukların olduğunu görmüş, onları işkenceden korumak için, Esat canisini ikna ederek, 11-18 yaş arası çocukları bir koğuşta toplamış ve o çocukları bir nebze de olsa işkencelerden korumayı başarmıştır. O çocuklardan biri olarak, bedensel, ruhsal ve zihinsel sağlığımızı koruyabilmiş isek bunu Allah’ın yardımı ve Yılmaz ağabeyin çabalarına borçluyuz. O şartlarda yüzlerce çocuğu Allah rızası için korumaya çalışmış, karşılığını da sadece Allah’tan dilemiştir. Biz o dönem çocukları olarak, çabalarına şahidiz. Bizim üzerimizde çok emekleri ve hakları vardır. Biz kendisinden razıyız ve minnettarız. Rabbimiz emeklerini zayi etmesin kendisine Allah’tan rahmet ve mağfiret dileriz, mekânı cennet olsun.”

HAYATIMIZIN MİHENK TAŞI

Ve ağabeyciğim son sözü kim alıyor bil bakalım. Ben hatırlayabileceğine pek ihtimal vermiyorum. O bir filozoftu sanki…Şu an köyünde kitaplarıyla bağı bahçesiyle uğraşıyor; Muhammed Soyvural. Bak neler yazmış sana ağabeyciğim:

“Bismihi Teâlâ ve Tebareke... Öncelikle merhum ve muhterem abimizi rahmetle ve minnetle yad edelim ki o; bu dünyanın cehennem çukurlarından bir çukur olan, adeta zulüm ve işkence atölyesi mesabesindeki 5 no'lu askeri ceza ve tutuk evi denilen yerde, benim gibi onlarca genç insanın işkencelerden en asgari seviyede etkilenmesini sağlayan; zulüm ve işkencelere set olan bir şahsiyetti. En azından bu kadarını; mümin, kâfir her vicdan sahibi kişinin teslim ve tescil etmesi gerektiğini belirteyim. Bu işin maddi boyutu. Bence Yılmaz ağabeyin bu sebepler âlemindeki en önemli işlevi ve sebebiyeti; benim gibi “ateş çukurunun kenarındaki” onlarca genç insanın, Allah’ın lütfu keremiyle hidayetle tanışmasına vesile olan ortamı oluşturarak, bu yönüyle de hayatımızdaki dönüm noktasındaki “işaret taşı” rolünü icra etmiş olmasıdır. Rabbimiz O’nu ve yardımcıları olarak siz değerli abilerim (Mekki, Ömer ve Hasan ağabeyleri) rızasına ve rıdvanına nail etmesini niyaz ediyorum. Bu hususları birebir şehadetimle belirtmiş olayım. Duyumsal intibalarımla da belirtebilirim ki O; Türkiye İslami hareketinin geçirdiği evrelerin kritik dönemlerinde, yaptığı faaliyetlerle önemli görevler ifa etmiş; son uçak kaçırma eylemiyle de, 12 Eylül cuntasının sindirici ikliminde bir direniş ve huruç nefesi olmuştur. Rabbimizden; yaptığı hizmetleri, cehd ü gayretlerini, şehadet makamıyla taltif etmesini; gördüğü eza ve cefaları günah ve taksiratlarına kefaret etmesini niyaz ediyorum. Allah onu cennetiyle ve cemaliyle müşerref kılsın, hepimizi cennetinde, efendimizin yanında buluştursun Amin. Selam, dua ve hürmetlerimle.”

Evet ağabeyciğim, sen asla unutulmadın, en asil yüreklerde yaşamaya devam ediyorsun. Dünya yıkılıp hercümerç olsa bize bu vefakâr, cefakâr kardeşlerimizin varlığı yeter artar. Gölge değil gerçek onlar ardımız sıra hüsnü şehadette bulunanlar olarak. Ruhun şâd olsun ağabeyim. İnşaallah Resulü Zîşanın liva’ül hamd sancağı altında buluşur, toplanırız. Seni çok sevmiştik. Hâlâ seviyoruz ağabeyciğim.