Ezansız semtlerin asırlık hikâyesi ve bir bayram namazı hatırası

Yahya Kemal’in ilk kez 23 Nisan 1922’de Tevhid-i Efkâr gazetesinde yayımlanan “Ezansız Semtler” adlı yazısı, İstanbul’un “alafranga” semtlerinde yaşanan kültürel kopuşun çok daha erken ve derinlerde başladığını sade ve çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor. “Ezansız Semtler” makalesinin yazılışının üzerinden 103 yıl geçti. “Ezansız Semtler” neredeyse hiç değişmeden yerli yerinde duruyor… Umarız ki Yahya Kemal’in “Müslümanlığın çocukluk rüyası” olarak tarif ettiği maya, kaybolduğu semtlere ve gönüllere geri döner.

Mete Yavuz
İstiklal Caddesi.

Yaklaşık iki asırdır süregelen modernleşme maceramız, dinle, gelenekle ve kültürle kurulan kuvvetli bağları derinden etkiledi. Bu karmaşık dönüşümün izlerini takip etmek pek de kolay değil aslında. Ama bazı eserler var ki, bize bu sürecin ruhunu çok açık biçimde hissettiriyor. Büyük şairimiz Yahya Kemal’in ilk kez 23 Nisan 1922’de Tevhid-i Efkâr gazetesinde yayımlanan “Ezansız Semtler” adlı yazısı da işte bunlardan biri.

Cumhuriyet’in ilan edilmesinden yalnızca bir buçuk yıl önce yazılan bu yazı, İstanbul’un “alafranga” semtlerinde yaşanan kültürel kopuşun çok daha erken ve derinlerde başladığını sade ve çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor.

“Ezansız Semtler” makalesi, yazılışının üzerinden geçen 103 yıla rağmen sanki dün yazılmış gibi taze ve bugünün sorunlarına hitap eder nitelikte. Öylesine güçlü ki, günümüzü anlatır gibi sesleniyor bize.

Gelin bu Ramazan Bayramı’nın ilk gününde Yahya Kemal’in bir bayram sabahı yaşadığı hislerle beraber, modernleşmenin bize neler getirdiğini ve bizden neler götürdüğünü, Batılılaşma serüvenimizin ilk neticelerini 103 yıl önce yazılmış samimi bir metnin eşliğinde yeniden ve farklı bir gözle değerlendirelim.

“Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden, tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerde ki minareler görünmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilmez, çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?

İşte bu rüya çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rayihasıyla dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu. Evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler.

İstanbul Yüksek Kaldırım (1921).

Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’ân’ın sesini işittiler, bir raf üzerinde duran Kitâbullâh’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gül yağı gibi, ruhu olan sarı sahifelerini kokladılar, ilk ders olarak besmeleyi öğrendiler, kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler, bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken tekbirleri dinlediler, dinin böyle bin merhalesinden geçtiler, hayata girdiler, Türk oldular.

Bugünün çocukları, büyük bir ekseriyetle, yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüsle değilse bile, yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenîleşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde, alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar.

Bu çocukların sütü çok temiz, hilkatleri [yaratılışları] çok metîn olmalı ki, ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler. Yoksa ne muhit ne yeni yaşayış ne semt, hiçbir şey bu yavrulara Türklüğü hissettiremiyor.

Âh büyük cedlerimiz, onlar da Galata, Beyoğlu gibi Frenk semtlerinde yerleşirlerdi, fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minâre, gölgeli mescit peyda olur, sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hâsılı o toprağın [o] köşesi îmâna gelirdi; Beyoğlu’nu ve Galata’yı saran yeni yapıların yığını arasında o mescidlerden ve o türbelerden bir ikisi kaldı da...

Cedlerimiz önümüze Frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfuz ederlerdi. Biz bugünün Türkleri, bilakis Şişli, Nişantaşı, Kadıköy, Moda gibi küçük bir şehri andıran yerlere yerleştik. Fakat o yerler Müslüman ruhundan ârî [uzak], çorak ve kuraktır. Bir Üsküdar’a bakınız, bir de Kadıköy’e. Üsküdar’ın yanında Kadıköy Tatavla’yı andırır. Eski Türklerin ruhları arasındaki farkı anlamak isterseniz bu son asırda peyda olan semtlerle İstanbul içlerini mukayese ediniz.

Medenîleştikçe Müslümanlıktan çıktığımızı tabii ve hoş gören eblehler uzağa değil, Balkan devletlerinin şehirlerine kadar gitsinler. Görürler ki baştanbaşa yenileşen o şehirlerin her tarafından çan kuleleri yükselir, pazar ve yortu günleri çan sesleri işitilir, manzara halkın dinini, milliyetini hatırlatır ve şehirler bizim yeni semtlerimiz gibi millî rûhtan ârî değildirler.

Artık Türk milletinin rûhu bir râyiha gibi uçtu mu? Hayır, büyük kitlede yine o rûh var. Fakat biz son nesil, bir sürü gibi büyük kafileden ayrıldık, uzaklaştık, gaip olduk. Fakat daha uzağa gitmeyeceğiz, döneceğiz, tekrar büyük kafileye iltihak edeceğiz [katılacağız]. Yeni tarzda yaşayışla cedlerimizin diyanetini mezcedip bizi çoraklıktan, bu karanlıktan, bu ufunetten kurtaracak mürşitler, şairler, edipler, hatipler yetişmedi.

Fakat gayet tabii bu ruhla, büyük kafileye, kendi kendimize döneceğiz. Dinsizliğin, kayıtsızlığın aksülameli [tepkisi] başladı bile. Çocukluktan beri diyanet yolundan ayrılmamış olan kardeşlerimiz bizim gibi rücu’ [dönüş] hislerini itiraf edenlere henüz inanmıyorlar, onlara tamamıyla iltica edeceğimiz zaman bizi birden tanımayacaklar; çünkü onlardan çok ayrı, çok uzak düştük.

Yahya Kemal

Dört sene evvel Büyükada’da otururdum. Bayramda, bayram namazına gitmeye niyetlendim. Fakat Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyan[ama]mak korkusuyla o gece hiç uyuyamadım. Vakit gelince abdest aldım. Büyükada’nın mahalle içindeki sakit[sessiz] yollarından, kendi başıma câmiye doğru gittim.

Vaiz kürsüde vaaz ediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatin gözleri bana çevrildi. Beni daha doğrusu bizim nesilden benim gibi birini câmide gördüklerine şaşırıyorlardı. Orada o saatte toplanan ümmet-i Muhammed, içine bir yabancının geldiğini zannediyordu. Ben, içim hüzünle dolu, yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim Müslümanlar, bütün cemaatin arasında yalnız benim vücudumu [varlığımı] hissediyorlardı, ben de onların bu nazarını [bakışlarını] hissediyordum. Vaazdan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıp “Muhammed” sesi kulağıma geldiği zaman gözerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yek-dil, yek-vücûd olarak gördüm.

O sabâh o Müslümanlığa az âşinâ Büyükada’nın o küçük câmii içinde, şafakta, aynı milletin rûhlu bir cemâati idik. Namazdan çıkarken kapıda âyândan Reşid Âkif Paşa durdu. Bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu: “Bu bayram namazında iki defa mesudum, hamdolsun sizlerden birini kendi başına câmiye gelmiş gördüm. Berhudar ol oğlum. Gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni müteselli etti!” dedi. Hem geldiğimi hem de bayramımı tebrik etti. Yanındaki eski adamlar da onun gibi tebrik ettiler. Bu basit hâdiseden, pek samimi olarak mahzûzdular [mutluydular]. O zaman gönlüm her zamandan fazla açıktı.

Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük, o mübarek muhitten çok sonra ayrıldık. Biz, böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlamayacaklar!” (Yahya Kemal- Tevhid-i Efkar, 23 Nisan 1922).

Not: Metnin gayet sade olan diline müdahale etmedik, yalnızca takibi kolaylaştırmak adına eklenen köşeli parantezler ve vurgular bize aittir.

Tevhid-i Efkâr gazetesinde “Samatya’dan bir asker anası” imzasıyla yayınlanan bir okur mektubu ise Yahya Kemal’in yazısının halktaki tesirini göstermesi ve yazıdaki tespitlerin teyit edilmesi açısından mühimdir. Bu kısa mektubu da sadeleştirerek sunuyoruz;

“Yahya Kemal Beyefendi’ye...

Muhterem Beyefendi oğlumuz. Yazdığın makale, İstanbul’un sessiz bir köşesinde milletinin ahlaki çöküşüne üzülerek seccadesi üzerinde onlar için uyanış ve kurtuluş dileyip sadece ölümünü bekleyen bir annenin ruhuna yeniden hayat verdi. Bu güzel sözlerinden umut ettim ki milletim uyanacak ve yüce dininin yüce terbiyesiyle arınarak günah kirlerinden temizlenecek.

Ey yüce gayret sahibi Kemal! Gayretin takdire şayandır. Benim Kemal adında bir oğlum da Anadolu’da milletinin selameti için çalışıyor. Sen de artık benim bir evladımsın. Bundan sonraki dualarımda şöyle diyeyim:

Yâ Rabbi, benim Kemal isimli iki oğlum var; biri kılıcıyla, diğeri kalemiyle senin yüce dinini yüceltmek için çalışıyorlar. İkisini de hayırla başarılı kıl ve bu gibi kullarını çoğalt. Âmin, yâ Hayra’n-Nâsırîn.”

Yahya Kemal hem yaşadığı dönem ve bulunduğu mekânlar hem de aldığı eğitim sayesinde hem geleneksel olanı hem de modern olanı derinden yaşamış, gözlemlemiş ve büyük bir şairin maharetiyle eserlerine aktarmış usta bir isim. Onun anlattığı hikâye, aslında bu toprakların henüz tamamlanmamış hikâyesi. Bu nedenle de hâlâ canlı ve bizi bize eksiksiz anlatacak kadar güçlü.

“Ezansız Semtler” ise neredeyse hiç değişmeden yerli yerinde duruyor… Umarız ki Yahya Kemal’in “Müslümanlığın çocukluk rüyası” olarak tarif ettiği maya, kaybolduğu semtlere ve gönüllere geri döner. Aksi halde başkasının aynasında, başkasının diktiği bol ve yabancı kıyafetlerle kendimize bakmaya ve ne yazık ki bozulmuş estetik algımızla bu tuhaflığı kanıksamaya devam edeceğiz.