Bozkırdan Yemen’e hem tanık hem özne

Doğma büyüme bozkırlı bir savaş muhabirinin Arap Yarımadası’ndaki bir ülkede geçen “akılalmaz maceraları”nı anlatmak değil derdim. İç savaşla inim inim inleyen bir coğrafyanın çaresizliğinden de bahsetmeyeceğim. “O ana adanmış” bir hayatın hem tanık hem özne olduğu bir hikâye bu.

Fotoğraf: Arşiv

VÂHIDE ÖZTÜRK

“Korona bizim aileden de birini aldı. Rahmetli dayım -ki kendisi çok gençti- biz ailecek daha durumun ciddiyetini anlayamadan çekip gitti. Hastaneye doğru hızla yol alırken kara haber geldi. O geceden beri araç kullanamıyorum; zihnim dağılıyor ve yol birden sadece bir fotoğraf karesine dönüşüyor.

Bu fotoğraf karesinde çocukluğum var. Dayımın hayatımdaki izlerini, bana Çin pazarından aldığı küçük beyzbol topunu, ergenliğimde başımı belaya sokmamam için verdiği çabayı nasıl unuturum... Zihnime hücum eden hatıralar onun ölümüyle bende bir şeyleri tetikledi; şahit olduğum onca ölümle birleşip büyüyen bir çığ gibi her gece beni alaşağı etti.” Samet Doğan, Beni Yemen’de İtalyana Benzetirler [ithaf], İstanbul: Ketebe Yayınları, 2024.

John Berger’ın Metis’ten 1998’de çıkan O Ana Adanmış kitabı duruyor şu an masamda. Rahmetli hocam Kayıhan Güven’den yadigâr kaldı. 12.10.2002’de Beşiktaş’ta satın alınmış, özenle imzalanmış. Ön kapak içinde bir portre fotoğrafı ve altında bir not: “Sevgili hoca Prof. Dr. Bülent Tanör’ü ebediyete yolcu ettik. Galatasaray Üniversitesi, 01.12.2002.” 15 yıl sonra Berger’ı, 19 yıl sonra da Güven’i kaybettik. Biri enine boyuna “görme”yi anlattı bize, “an”ı özle görmenin erdemini; diğeriyse günümüzde “söyleşi”yle karıştırılan röportajın aslında tanıklığa dayalı bir haber türü olduğunu öğretti rahleitedrisinden geçen binlerce öğrenciye.

ÖLÜM KALIM ARASI HATIRALAR

Samet Doğan, üçüncü romanı Beni Yemen’de İtalyana Benzetirler’de Berger ile Güven’e gayriihtiyari göz kırpıyor: Sana sokaklarında yaşayan kimsesiz bir çocuğun ölümünden kendi dayısının ölümüne uzanan çalkantılı bir dönemde düşündüklerini, hissettiklerini, yaşadıklarını, gördüklerini çok katmanlı, yer yer romantik ve temelde toplumcu gerçekçi bir hikâye örgüsüyle aktarıyor. Ne var ki 76 yaşındaki saygın foto muhabiri James Nachtwey gibi ütülü beyaz gömleğini giyip olanı olduğu gibi kayıt altına almak yerine –belki de gençliğinden ve serkeş tabiatından ötürü– tabiri caizse yaka paça ateşin ortasına düşüyor ve varoluşunun dehşetiyle yüzleşiyor. Kaç defa ölümle burun buruna geliyor ya, umudu elden bırakmıyor gene de, kişisel ve toplumsal bunalımların göbeğinde çalakalem yazdığı haberleri inat ve itinayla edebiyata dönüştürüyor.

Felsefeci, göstergebilimci, eleştirmen ve teorisyen Roland Barthes (1915-1980), ölümünden birkaç ay önce yayımlanan meşhur Camera Lucida’sında fotoğrafın amacı, anlamı ve etkilerini sorgularken ölümle arasındaki ilişkiyi tartışır. Barthes’ın 1977’de kaybettiği annesine dair derin tefekkürler ve hislerle bezeli bu eserinin tamamını, 1992’de Reha Akçakaya Türkçeye kazandırır. Altıkırkbeş Yayınları’ndan çıkan kitabın 2000 tarihli üçüncü baskısı var kütüphanemde. Sayfa 114-115’i açıyorum; 1865’te idama mahkûm edilen Lewis Payne’in hücresinde asılmayı beklerken Alexander Gardner tarafından çekilmiş portresine bakıp bu fotoğraf hakkında yazılanları bire bir alıntılıyorum: “O ölecek. Bu olacak ile bu vardı’yı aynı anda okuyorum. Ucunda Ölüm olan geçmiş bir geleceği dehşet içinde gözlüyorum. Pozun mutlak geçmişini (geniş zaman) veren fotoğraf, bana gelecekteki ölümü anlatıyor. Beni delen şey bu eşdeğerliliğin keşfidir.” Samet Doğan’a kısa bir mesaj yazıp içine en çok işleyen edebî eserleri soruyorum. “Louis-Ferdinand Céline’den Gecenin Sonuna Yolculuk (1932), Dino Buzzati’den Tatar Çölü (1940) ve Ernest Hemingway’den Çanlar Kimin İçin Çalıyor (1940)” diyor; savaşın acımasızlığını en yalın hâliyle betimlerken muhtemelen kendi fâniliklerinin de ayırdına varan bu etkili yazarları zikretmesine şaşırmıyorum.

ALAYLI BİR SAVAŞ MUHABİRİ

Memleketimizde Yemen hakkında bir roman yazılmış, ne Yemen Türküsü’nden bahsediyor ne de bir ideolojiye selam gönderiyor. Yozgat’ta doğan, bozkırda büyüyen, Şam sokaklarında Arapça öğrenen Samet Doğan, gözlem, araştırma ve tanıklıkları aracılığıyla haberciliği edebiyatla harmanlayıp dört başı mamur bir röportaj örneği ortaya koyuyor. Sistematik ve planlı bir çaba ve çalışma değil lakin onunki. Genç bir birey olarak kendi yolunu bulmaya, alaylı bir savaş muhabiri olarak hayatta kalıp dünyaya haber aktarmaya çalışırken çoğunluğun riyakârca yüz çevirdiği bir halka ayna tutuyor. Canhıraş hikâyelerde lirik bir hakikat dili kullanmaktan çekinmiyor, kendisiyle dalga geçmekten de: Yemen’den önceki görev yeri olan Suriye’de yaşadıklarının sancısını atlamaya çalışırken bir gün ansızın başına çuval geçirilip kaçırılmasını, ardından canlı bombayla tanışmasını, bir gün düşman bildiğiyle ertesi gün dost olmasını anlatıyor mesela... Ve Kuzey Amerikalılara küsüp Yemen’e döndüğüne bin pişman olan bakkal Macit’in, yok yere Türklerden hazzetmeyen “suda batmayan adam”ın, aşkları uluslararası krize sebep olan bir çiftin ve esasen yalnızca birer istatistikten ibaret insanların kederli ve bir o kadar komik hikâyelerini tarihe not düşüyor.

“Yazmasam deli olacaktım,” diyor ya hani Sait Faik Abasıyanık 1952 tarihli Son Kuşlar’ında; Samet Doğan da kitabının ithaf kısmında “Ölümün gerçekliğini doğrudan kavrayan birinin yaşama eskisi gibi devam edebilmesi imkânsızdır, dostlarım. Çaresiz, ben de neredeyse bütün modern insanlar gibi o haplara teslim oldum” diyerek bir nevi delilikle başa çıkmak için yazıyor. Beni Yemen’de İtalyana Benzetirler, Rainer Maria Rilke’nin yoksullara gösterdiği türden incelikli bir nezakete sahip değil belki ama, Ernest Hemingway ve Yaşar Kemal’in eserlerini çağrıştıran cesur tanıklıkları, Gabriel García Márquez esinli büyülü karakterleri ve İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ne yakın hüzünlü imgelemiyle hem bireye hem de topluma dair bütünlüklü bir anlatı sergiliyor. Samet Doğan, ta Yemen’den buralara kadar sırtında bir yük gibi taşıdığı hikâyeleri İbrahim Paşalı’nın editörlüğünde örgüleyerek unutulmaya yüz tutmuş röportaj geleneğine saygı duruşu niteliğinde bir eserle okuyucuya sesleniyor.

V. Ö.’nün bu konudan mülhem naçizane iç çekişi: Osman Akınhay’ın Türkçeye kazandırdığı Başkalarının Acısına Bakmak (Agora Kitaplığı, 2004) kitabında “Savaş, iç deşer; savaş, bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş, organları bedenden koparır. Savaş, yıkıp yok eder. Ve savaş, insan türünün doğasından gelir,” diye yazan Susan Sontag’a hak vermemek ne mümkün! Ne var ki haber fotoğraflarının sonlandırdığı Vietnam Savaşı’ndan bu yana gelişen teknoloji, artan benmerkezcilik başkalarının acısına duyarsız eyledi milyarlarca kişiyi. Telefon ekranlarında sel gibi akan fotoğrafların kör derinliğinde boğulup kaldık. Sormadan edemiyorum kendi kendime: Srebrenitsa’dan Filistin’e; kaç fotoğraf, kaç haber, kaç röportaj, kaç roman, kaç hikâye gerekir bir soykırımı bitirmeye...