Gazeteci-yazar Taha Kılınç, Bir Rüyayı Hatırlar Gibi, Hatırda Kalanlar ve Kudüs Yazıları gibi İslam topraklarına yaptığı seyahatler sonucu hazırladığı önemli gezi notları ve anektodları içeren çalışmalarına bir yenisini daha ekledi. Ketebe Yayınları aracılığıyla okuyucuyla buluşan Kayıp Coğrafyanın İzinde: Doğu Türkistan Seyahatnamesi, Kılınç’in bir gazeteci olarak sınırlarından girmenin neredeyse imkânsız olduğu bir coğrafyayı, Doğu Türkistan’ı okura sunuyor. Böyle bir kitabı kaleme almaktaki öncelikli hedefinin, Müslüman Uygurların karşı karşıya bulunduğu dramı ve gerçekliği, mümkün olduğunca anlaşılır biçimde aktarmak olduğunu söyleyen Kılınç, “Doğu Türkistan meselesi, hem sahadan doğru haber almanın zorlukları hem de Çin’in uyguladığı çok boyutlu dezenformasyon sebebiyle, ülkemizde ne yazık ki hak ettiği ilgiyi göremiyor. Okuyacağınız metin, beklemediğim bir anda çıktığım zor, gerilimli ve hazin hatıralarla dolu bir seyahatin notları. Uzun yıllardır konuştuğumuz, dert ettiğimiz, andığımız ve anlamaya çalıştığımız Doğu Türkistan’da bizzat yaşadıklarım, şahit olduklarım ve gördüklerimin bana düşündürdükleri, müstakil bir kitap olarak şimdi elinizin altında” sözleriyle kitabını anlatıyor. “Kayıp Coğrafyanın İzinde: Doğu Türkistan Seyahatnamesi”ni Yeni Şafak yazarı, gazeteci Taha Kılınç ile konuştuk.
Kitapta da belirttiğiniz gibi; Doğu Türkistan, ne yazık ki kendi yakın çevremizdeki krizlerin gerisinde ve gölgesinde kalan bir dava. Kısaca, net bir şekilde özetlemek gerekirse, şuan Doğu Türkistan’da neler yaşanıyor?
Net bir şekilde özetlemek gerekirse, şunu söylemek gerekiyor: Uygur Türkleri dinî, tarihî, coğrafî, kültürel ve demografik açıdan tam bir soykırımla karşı karşıya bulunuyor. Uygurların İslâm’la olan sıcak ve sıkı bağları koparılarak, onların tarihin ve coğrafyanın dehlizlerinde kaybolmuş, hafızasız ve kimliksiz bir millet olmalarına çalışılıyor.
Çin’in resmi kontrolü dışında Doğu Türkistan’a hiçbir şekilde gazetecilerin sokulmadığını, içeri sızanların da sınır dışı edildiklerini biliyoruz. Sizi bu seyahate çıkaran düşünce neydi?
Doğu Türkistan, benim yıllardır İslâm coğrafyasına dair sürdürdüğüm çalışmalarımın içinde her zaman önemli bir yer tutuyordu. Ancak bölgeye erişimdeki zorluklar ve Çin’in uyguladığı katı enformasyon blokajı sebebiyle, Doğu Türkistan’a dokunmak ve temas etmek mümkün değildi. Nihayet geçtiğimiz haziran ayında yolculuğa çıktım ve o zamana kadar duyduğum, dinlediğim ve okuduğum her şeyi sahada yoklamak ve kontrol etmek imkânına kavuştum.
2000’den sonra baskı giderek arttı
Seyahatname içinde sıklıkla “10 yıl öncesi-sonrası” karşılaştırması var. Bu tarihlerin önemi nedir? Bölgedeki değişikliklerin en fazla olduğu dönem son 10 sene diyebilir miyiz?
Çin, 1949’da Doğu Türkistan’ı resmen işgal ve ilhak ettikten sonra, bölgede hep bir baskı uyguladı. Ancak hem ekonomik ve siyasî gücü hem de diğer ülkelerle bağlantılarının zayıflığı sebebiyle, Doğu Türkistan dosyasını bir türlü istediği biçimde eline alamadı. Mao’nun 1976’daki ölümü kısmî bir rahatlık getirdi. Ancak 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin dağılması, yeniden Uygurlara yönelik baskının artmasına yol açtı. 2000’lerden itibaren ise Çin’in ekonomik olarak güçlenmesiyle birlikte, Doğu Türkistan bölgesi tümüyle kontrol altına alındı. Bilhassa Arap Baharı’nın Suriye ayağına aktif şekilde iştirak eden Türkistanlı savaşçılar da Çin yönetiminin “radikal” akımlara yönelik hassasiyetlerinin tetiklenmesine neden oldu.
Yolculuğun sonunda Türkiye’ye döndüğünüzde sizin için değişen neler oldu? Sizi yeniden düşünmeye iten konuları bizimle paylaşmak ister misiniz?
Türkiye’ye döndükten sonra, iç dünyamda büyük bir sarsıntı hissettim evvela. Ne kadar rahat şartlarda, ne çok şeyin kıymetini bilmeden ve ne büyük sorumsuzluklarla yaşadığımızı fark ettim. İstanbul’da Süleymaniye Camii’nde özgürce kılabildiğimiz iki rekatlık bir namazın şükrünü bile eda edemeyiz, bunu gördüm. Dış dünyamda ise, mesuliyetlerim ve yoğunluklarım astronomik biçimde arttı. Yurt içinde ve yurt dışında sürekli Doğu Türkistan’ı anlattığım bir süreç başladı. Zaten son derece yoğun bir gazetecilik ve yazarlık mesaim vardı, mevcut yoğunluklarımın on katına çıktığını söyleyebilirim. Ama şikâyetçi değilim. Mağdur ve mazlum bir halkın sesini ne kadar çok duyurabilirsek kârdır bizim için.
Selamın karşılığı koca bir sessizlik
Seyahatnamede yolculuğunuz boyunca size yardım ve eşlik eden Uygur vatandaşlarının isimlerini vermeden anlatmışsınız. Çin tarafından böyle şahsi olarak hedef gösteriliyor mu?
Bize ütopik ve imkânsız gelse de, maalesef böyle bir durum yaygın biçimde var. Kitapta bazı isimleri gizledim, bazı hadiselerin yaşandığı yerleri değiştirdim, bazı olayları da kitaba hiç almadım. Kıymetli okurlara, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın 2024’teki Kaşgar ziyaretinde yaşanan bir sahneyi hatırlatmak isterim: Bakan Fidan, çarşıda dolaşırken bir teyzeye “Selâmün aleyküm” diye selam verdiğinde, karşılığı kocaman bir sessizlik olmuştu. Zavallı Uygur teyze, Arapça bir selamla mukabele edememişti Fidan’a. Bunun nedenini, Doğu Türkistan’daki baskıları yakından bilen herkes tahmin edebilir.
Şehirlerin kimlikleri değiştiriliyor
Çin’in Doğu Türkistan’daki Uygur varlığını ortadan kaldırma yöntemleriyle İsrail’in Filistinli yerli halkı öz vatanlarında öksüz ve köksüz bırakma yöntemleri arasında büyük benzerlikler gördüğünüzü anlatıyorsunuz. Nasıl benzerlikler bunlar?
Tıpkı İsrail’in Filistin topraklarında uyguladığı gibi, Çin de Doğu Türkistan’a dışarıdan sürekli nüfus yığıyor, Uygurlar hayatlarının her alanında yoğun bir kuşatma altındalar, şehirlerin görünümleri ve kimlikleri değiştiriliyor, bölgenin tamamına alternatif bir Çinli mazi giydiriliyor. Ayrıca mezarlıklar da kuşatma altında. İsrail gibi Çin de Müslüman mezarlıklarının kademe kademe ortadan kaldırılmasına odaklanmış görünüyor. Keza, tıpkı İsrail gibi, Çin de Uygurlara tatbik ettiği yoğun baskı ve asimilasyon politikalarını “terörle mücadele” konseptiyle izaha çalışıyor.