RAMAZAN BİNGÖL
Bir milletin ayakta kalabilmesi için askeri gücü ya da ekonomik zenginliği yeterli midir? Tarih, bu soruya net bir cevap veriyor: Hayır! Asıl mesele kültürdür. Kültür, bir milletin hafızası, kimliği ve dünyaya karşı duruşudur. Eğer kültürel kimliğinizi kaybederseniz, siyasi ve ekonomik zaferleriniz ne kadar büyük olursa olsun uzun vadede anlamını yitirir. Dilinizi kaybederseniz, tarihinizi unutursunuz; mutfağınızı yabancılaşmaya teslim eder, edebiyatınızı ve sanatınızı tüketim malzemesine dönüştürürsünüz. Geriye size ait hiçbir şey kalmaz.
Alafranga özeni, kültürel yozlaşma ve çöküş
Tarihten ibret almak gerekirse Osmanlı’nın son dönemine bakmak yeterlidir. Sultan II. Abdülhamid, eğitim sistemini modernleştirip yeni okullar açarak bir nesli yetiştirmek için büyük çaba sarf etti. Ancak alafranga yaşam tarzı, Osmanlı aydınlarının ruhuna öylesine sirayet etti ki, bu nesiller kendi kültürlerinden kopuk büyüdü. Bu kopuş yalnızca gündelik hayata değil, sanata, edebiyata, eğitime ve mutfağa da yansıdı. Sonuçta geleneksel değerler bir bir terk edildi ve kültürel yabancılaşma devleti çöküşe götüren en büyük etkenlerden biri oldu. Bunu yalnızca Batı’nın baskısıyla ya da Osmanlı’nın ekonomik zayıflığıyla açıklamak yetersizdir. Asıl mesele, kültürel iktidarın kaybedilmiş olmasıydı.
Mutfakta başlayan çözülme toplumsal değerlerimize sirayet ediyor!
Bugün yaşadığımız kültürel çözülmeyi en iyi mutfak üzerinden okuyabiliriz. Yalnızca yemek tarifleriyle ilgilenmek, mutfak kültürünü gerçekten anlamamıza yeter mi? Elbette hayır. Mutfak, bir milletin kimliğidir. Tarımı, ekonomisi, sosyolojisi, inançları ve yaşam tarzı sofralarına yansır. Yemek alışkanlıklarımız, yaşam biçimimizi şekillendirir. Geleneksel sofra kültürüyle büyüyen bir çocuk, ailesine ve toplumuna daha sıkı bağlanır. Sofralarını kaybeden toplumlar ise nesiller arasındaki bağı da kaybeder.
Peki, bugün sofralarımızda hangi geleneklerimizi yaşatıyoruz? Aile bireyleri hâlâ bir sofra etrafında toplanıyor mu? Yemeklerimizde helal-haram bilinci korunuyor mu? İsraf konusunda eskisi gibi hassas mıyız? Geleneksel tariflerimiz nesilden nesile aktarılıyor mu? Ne yazık ki pek çoğuna “evet” diyemiyoruz.
Melceü’t-Tabbahîn’i bilmeyen hangi kültürün mirasçısı olacak?
Bizler aşçılık okullarında Türk mutfağı yerine Batı’nın reçetelerini ezberletir, Melceü’t-Tabbahîn’i bilmeyen nesiller yetiştirir, onlara İbn Sînâ’nın beslenme felsefesini öğretmezsek, yarın bu çocuklar hangi mutfağın temsilcisi olacak? Batı mutfağının her ayrıntısını bilen ama Anadolu’nun kadim lezzetlerinden habersiz bir gastronomi öğrencisi, gelecekte hangi kültürün mirasçısı olacak? Fransız, İtalyan, Japon mutfaklarını ezbere bilen ama annesinin mutfağını, nenesinin tariflerini tanımayan genç aşçılar Türk mutfağını nasıl temsil edecek? Kendi mutfağını savunamayan bir nesil, yarın hangi kültürel kimliği savunacak? Mutfakta bir çözülme yaşıyoruz. Ve bilin ki, mutfakta başlayan erozyon, toplumsal değerlerimize de sirayet ediyor.
Kimleri yüceltirseniz, gelecekte onlara dönüşürsünüz
Bir milletin kaderini, yetiştirdiği entelektüel nesiller belirler. Her medeniyet, varlığını sürdürebilmek için kendi sanatçılarını, yazarlarını, aşçılarını, müzisyenlerini ve kanaat önderlerini yetiştirmek zorundadır. Zira kültür, geleceği şekillendiren en büyük güçtür.
Ne yazık ki bugün Türkiye’de sanat ve kültür adı altında, toplumu öz değerlerinden koparmaya yönelik bilinçli ve sistemli bir çaba yürütülüyor. Belli odaklardan destek alan çevreler, halkın inançlarını alaya almayı, milli kimliği silikleştirmeyi ve kültürel mirası itibarsızlaştırmayı statü kazanmanın bir yolu olarak görüyor. Sanatın, entelektüelliğin ve modernliğin ölçütü, kendi köklerinden kopmak olmaya başladı. Sanatçılar ve influencerlar arasında giderek yaygınlaşan bu anlayış, toplumu yozlaştırmayı bir PR stratejisine dönüştürdü. Milli ve manevi değerlere saldırmak, gelenekleri küçümsemek, inançları hedef almak, “cesaret” olarak pazarlanıyor.
Daha da tehlikelisi, bu zihniyetin kendisini “yenilik” ve “modernlik” maskesiyle sunarak toplumda karşılık bulmaya başlamasıdır. Bugün, Gazze gibi insanlık meselelerine duyarsız kalan, ama sanat adı altında değerleri yerle bir eden bir anlayışın nasıl normalleştirildiğini hep birlikte izliyoruz. Kültürel mirasımıza sahip çıkacak nesiller yetiştirmek yerine, köksüz bireyler yetiştirmenin teşvik edildiği bir sistem inşa ediliyor.
Ancak asıl büyük tehlike, bu yozlaşmaya sessiz kalanlardır. Makamlarda oturup hiçbir sorumluluk almayanlar, toplumu dejenere edenlere alan açanlar, kültürel iktidarın kıymetini kavrayamayanlar, kendi öz değerlerinden utananlar ve bu alanda herhangi bir icraatta bulunmayanlar, bu çöküşün en büyük sorumlularıdır.
Kültürel dejenerasyon, milletin ruhunu kemiren en büyük tehlikedir
Bugün Türkiye’de sıkça kültürel iktidar üzerine konuşuluyor. Ancak yalnızca konuşmak yetmiyor, bu bilinci yeniden inşa etmek, onu hayata geçirebilmek gerekiyor. Sormamız gereken soru şu: Biz kim olmak istiyoruz? Kendi hikâyesini yazan bir millet mi, yoksa başkalarının yazdığı senaryoda figüranlığa razı gelen bir toplum mu?
Sanatta, edebiyatta, mutfakta iktidar olamayanlar, siyasette de muktedir olamazlar. Çünkü kültürel bağımsızlığını kaybeden bir millet, eninde sonunda başkalarının çizdiği sınırların içinde yaşamaya mahkûm olur. Eğer biz kendi değerlerimizi savunan sanatçılar, yazarlar, aşçılar, akademisyenler, müzisyenler, yönetmenler yetiştiremezsek, bu boşluğu yozlaşmayı yüceltenler dolduracaktır.
Türkiye, kendi Gazâlî’lerini, İbn Arabî’lerini, Sinan’larını ve Yunus’larını yetiştirecek bir kültürel ve zihinsel devrim yapmak zorundadır. Ancak o zaman gerçekten “Türkiye Yüzyılı” yaşanabilir. Yusuf Kaplan’ın dediği gibi: “Kültürde kazanılamayan istiklâl ve istikbal mücadelesi, kaybedilmeye mahkûmdur.”
Sorumluluk hepimizin üzerindedir!
Bu mesele ne sadece siyasi ne de sadece ekonomik bir meseledir. Bu, gencinden yaşlısına, hiçbir siyasi parti veya fikir ayrımı gözetmeksizin, toplumun tamamını ilgilendiren bir milletin varoluş mücadelesidir. Sanatta, edebiyatta, mutfakta, müzikte, sinemada, modada kendi medeniyet anlayışımızı yaşatamazsak, başkalarının düzeninde savrulup gideriz. İşte o zaman, kendi hikâyesini yazan değil, başkalarının yazdığı hikâyelerde bir figüran olmaktan öteye geçemeyen bir topluma dönüşürüz. Başkalarının yemeklerini yer, başkalarının sanatını izler, başkalarının hikâyeleriyle büyür ve sonunda kendimizi unuturuz. Bunun vebali ağır, bedeli ise tahmin ettiğimizden çok daha büyük olur.
Ve unutmayalım, bu sorumluluk yalnızca devlete ait değil; hepimizin omuzlarındadır!
V’esselam…