Sinema yazarı Tunca Arslan’ın Antalya Altın Portakal Film Festivali ile ilgili açılamaları tartışma oluşturdu. Arslan’ın aslında gölgede kalan sözleri, film festivallerinin işlevleri ve duruşlarını yeniden tartışmaya açtı. Daha doğrusu bu ifadeler sonrasında ciddi şekilde tartışmak gerekiyor.
Önce Tunca Arslan’ın açıklamalarına bakalım:
“45 film içinde bakıldığında genel olarak genç kuşak sinemasının geldiğini görebiliriz. Yeni Türkiye Sineması denen kendi çapında bir akım çıkmıştı ortaya. Yeşilçam’la bağları kalmamış, yurt dışı festivallere ve maalesef fonlara bağlı filmlerdi. Bunların öyküleri de böyleydi. Türkiye’ye uzak ve haddinden fazla eleştirel bakan, daha çok yurt dışına göz kırpan filmler yapan bir grup sinemacı vardı. Bu yıl onların döneminin kapandığını söyleyebiliriz. Festivalde LGBT temalı filmler yoktu bu yıl, bu aslında yeni bir şey demek.”
Altın Portakal’ın ön jürisinde yer alan Arslan’ın sözleri festivalin tavrıymış gibi algılandı. Öyle olmadığı düşünüldü. Resmi açıklama yapılmadı. Ancak bir ön jüri üyesinin bunları söylemesi, festivalin bu yıla mahsus tavrı gibi değerlendirilebilir.
Arslan’ın açıklaması sansür olarak yorumlandı. Üstelik festivalde bir çalıştay yapılıp “sinemada sansür” başlığı ele alındığı halde tartışmanın doğması da ironik bir durumdu.
KRİTİK SORULAR
Manzara bize ciddi bir soru sorduruyor. Son tartışma ile bağlı olarak da “Festivallerin bazı meselelerle ilgili duruşu olamaz mı” diye sormak lazım. Yani hiçbir festivalin film ve konu değerlendirme kıstasları olamaz mı? Festival dediğimiz organizasyon gelen filmi kabul etmek zorunda mı? Sadece hikayeye ve sinematografiye mi bakılır?
Esasında cevapları net olan sorular bunlar. Ancak her fırsatta sansür söylemine takılanların “tamamen özgür” bir ortam iddiasının ütopya ötesinde yalan olduğunu vurgulamak gerekiyor. Her insanın olduğu gibi her organizasyonun da tavrı ve duruşu vardır. Olmalıdır. Adına ne denirse dersin, festivalin tavrı seçtiği jürilere yansır. Zaten bu sebepten her jüriyi her festivalde göremiyoruz. Çünkü kurumun ilk ve en etkili yorumu ön elemede çıkar. 100 film başvurduysa 10’a inecektir. Ön jüri bunu belirler. Sonrasında ana jüriye gelen filmler zaten elekten geçtiği için sorun kalmamıştır. Yani adına sansür denen eleme ön jüri eliyle yapılır.
ÖN JÜRİ EN KRİTİK YER
Altının çizilmesi gereken nokta şu: Dünyanın her yerinde ön jüriler bir araya geldiğinde büyük bir yetkiyi ellerinde bulundurduklarını bildikleri için gerekeni yaparlar. Kendisine jürilik teklifi geldiğinde açıkça söylenmese bile ilgili kişi bilir ki ön jüri gerekeni yapmak durumundadır. Ve bu hatalı ya da ayıp değildir.
FESTİVALLER “TAVIR” KALESİ OLMALI
Tavır, modern insanın ve kurumların kaybettiği bir şey haline geldi. Sonsuz özgürlük adına kimliksiz insanlar, kurumlar ve toplum oluşuyor. En eski film festivallerinin kuruluş süreçlerine bakarsanız dediğimiz daha da anlaşılır.
Festivaller, kapitalizmin kalesi haline gelen ticari sinemanın karşısında neşet eden yöntemin yaşam alanı olarak kuruldu. Kapitalizme itiraz etmek adına ortaya çıkan oluşumların “tavır” takınmadığı söylenebilir mi? Mesela savaş karşıtlığı bir tavır değil midir? “İnsan hakları” ifadesinin altını doldurmak için tavır otaya konması gerekmiyor mu? Günümüzde festivaller “öteki” söyleminin karşısında durmak için pozitif ayrımcılık yapmak adına kadın, siyahi, Asyalı, LGBT gibi kesimleri kayırmıyor mu?
Neticede “tavır”, festivallerin varlık sebebidir. Her festivalin de güncel ya da kadim meselelerle ilgili tavrı vardır. Bu tavrın ne olduğu tartışılır. Kimi oradan bakar, kimi buradan. Ama festivallerin tamamen özgür ya da sonsuz hoşgörü sahibi olduğunu söyleyemeyiz. Öyle olmamalı da… Şu an gündemde olan ve daha çok tartışılacak konulara da böyle bakmak gerekiyor.