Esra Kırsever, okumaya, araştırmaya küçük yaşlardan itibaren meraklı bir çocuk olarak “tahsil denince akan suların durduğu bir evde” büyüyor. Bu ilgisini de “İlkokul yıllarımdan itibaren biyoloji ve tıpla ilgili konular hep ilgimi çekmişti. Yaz tatillerinde bile o yıllardaki temel bilgi kaynaklarımız olan ansiklopedilerden dikkatimi çeken ne varsa, hücrenin organellerinden solucanların sindirim sistemine, iskelet yapımıza kadar, büyük bir merakla okurdum. Tıp fakültesi yıllarında da bilime olan ilgim ve okumaya iştiyakım hiç değişmedi.” sözleriyle ifade ediyor.
Başarılı eğitim hayatı onu tıp fakültesi sıralarına taşıyor. Tıp fakültesi son sınıfta bir arkadaşı vesilesiyle onkoloji alanına ilgi duyuyor. Ancak asistanlığının ilk ayında adeta bir hayal kırıklığına uğruyor. “Onca yılımı hastalıkları, hastalıkları meydana getiren etkenleri; teşhis ve tedavi yöntemlerini öğrenerek geçirmiştim. Şimdi bu bilgileri kullanarak, hastalarıma vereceğim tedavilerle iyileşmeleri için çalışmak istiyordum. Maalesef onkoloji kliniğinde hayat, kitaplarda okuduğum gibi değildi.” diyerek o yıllarda sağlık sisteminin içinde bulunduğu durum sebebiyle hastaların yaşadıkları zorlukları ve konvansiyonel tedavilerin onkoloji alanındaki yetersizliğini gördüğü için onkoloji ihtisasını yarıda bırakıyor. Mecburi hizmetinin ardından İstanbul’da Kadın Hastalıkları ve Doğum ihtisasına başlıyor Esra Hanım ve bu süreci de şöyle özetliyor: “Kadın doğum her ne kadar zor bir cerrahi branş olsa da gebelik ve doğum gibi bir mucizeye şahit olduğum için severek çalışıyordum. Yoğun bir eğitim, sınavlar, nöbetler, uykusuz geceler, cerrahi branş asistanlığı… Hiçbiri beni onkoloji ihtisası kadar yormuyordu.”
Kadın Doğum alanında da bilgi ve deneyimi arttıkça sorgulamalarının devam ettiğini görüyoruz.
Şifa insanı bulur mu
Doktor hanımın hayatını ve tıbba bakışını değiştiren olay ise uzmanlığının dördüncü yılında gerçekleşiyor. Annesinde aniden ortaya çıkan otoimmün hemolitik anemi hastalığı karşısında yaşadığı durumu ‘çaresizlik’ olarak tanımlıyor. “İlaç kullanarak geçecek ya da ameliyatla iyileşebilecek bir hastalık değildi. Sorun vücudun kendi hücrelerinin kaosundan ve anarşisinden kaynaklanıyordu. Güncel tıbbın, vücudun başına dert haline gelmiş bu hücreleri baskılamaktan başka hiçbir tavsiyesi yoktu.” diyerek özetliyor yaşadıklarını. Kortizon ve hastalığı baskılayıcı ilaçlarla uygulanan altı yıllık bir tedavinin ardından şikayetlerin artmasıyla yeni bir sürece giriliyor ve bu kez de doktor hanımın annesine kemik iliği kanseri teşhisi konuluyor. Yaklaşık bir yıl ömür biçilen annesi için “Doktor bir evlat olarak tıbbi yönden daha ne yapabilirim, bu süreci onun için nasıl daha konforlu hale getirebilirim,” diye düşünürken biyorezonans yöntemiyle tanışıyor ve bu konuda araştırmalara başlıyor. İlerleyen süreçte doktor hanım annesine biyorezonans tedavisi uygulamaya başlıyor ve İsmet Hanımefendi Allah’ın izniyle şifa buluyor. “Anneciğim o günden sonra on yıl yaşadı; bütün ihtiyaçlarını yardımsız ve yardımcısız bir şekilde kendisi karşılayarak, zaman zaman eskisinden de daha sağlıklı halde. Hiç kemoterapi almadı. Seyahati özellikle de uçak yolcuğunu, dikiş dikmeyi, bisiklete binmeyi çok severdi ve hepsini yapabilecek kadar konforlu yaşadı. Onunla her fırsatta çok sevdiği mukaddes beldelere gittik. Umre yaptı, haccetti. Tedavilerle geçecek on ay, bize sağlık ve afiyetle geçen on yıl olarak geri döndü.” diyor Esra Kırsever bu günler için.
Çin tıbbından biyorezonansa, homeopatiden Bach çiçek terapilerine uzanan çeşitli tamamlayıcı tedavi yaklaşımlarını kapsamlı bir biçimde bize sunduğu “Şifayı Ararken” vesilesiyle biz de Dr. Esra Kırsever’i Bakırköy’deki kliniğinde ziyaret ettik ve merak ettiklerimizi sorduk.
* Öncelikle yolculuğunuzun en önemli dönemeçlerini işaret eden kavramlarla başlamak isterim. Hayata ve tıbba bakışınızı değiştiren biyorezonans ya da diğer bir ifadeyle titreşimsel tıp ve morfogenetik kavramlarını biraz açıklayabilir misiniz?
Meslek hayatımda tabiri caizse moleküler tıptan titreşimsel tıbba bir dönüşüm yaşadım. Şu anda geldiğim noktada tıbbı geleneksel tıp/konvansiyonel tıp ya da güncel tıp, doğu tıbbı/batı tıbbı şeklinde ayırmaktan ziyade tıbbın moleküler tıp ve titreşimsel tıp olarak ikiye tasnif edilmesi gerektiği kanaatini taşıyorum.
Moleküler tıp dediğimizde karşımızda, bizim batı tıbbında öğrendiğimiz, anatomi ile başlayan, insanı şerh etmekle yani kesmekle sistemleri, dokuları, hücreyi, organelleri hatta atomu şerh ede ede giden bir bilim dünyası var.
Madde mananın yoğunlaşmış hâlidir
Bunun ötesinde atom altı parçacıklar ve frekansların dünyasıyla karşılaşıyoruz. Biliyorsunuz CERN’deki deneylerde atomu parçaladılar, proton çarpışmasını gerçekleştirdiler ve en son Higgs bozonu denen bir noktaya varıldı. Higgs bozonu, varlığı beş duyuyla gösterilemeyen ve aklen varlığı kabul edilen, var dediğimiz her şeyin varlığının dayandığı şey. Var olan her şey, Higgs bozonunun varlığıyla varlık alemine çıkıyorlar. Dolayısıyla tıpta da bu alana kayıtsız kalmak mümkün değil. Çünkü zaten maddenin ve eşyanın tabiatı bu. Yani veciz bir ifadeyle söyleyecek olursak “Madde mananın yoğunlaşmış hâlidir.” Morfogenetik alan da bunun bir ifade biçimi diyebiliriz.
Morfogenetik alan esasında, malumun ilanı. Yani zaten var olan, zaten yaradılışta olan bir bilgiyi insanoğlunun zamanı geldiğinde fark edip buna bir isim vermesi gibi düşünebiliriz.
Hekim, teşhise beş duyusunu katmalı
* Kitabınızda sezgisel tıp ve sezgisel hekimlikten de söz ediyorsunuz.
Evet. Tıp bir bilim olduğu kadar içinde sanatı ihtiva eden bir meslek sahası ve mesleğinizi icra ederken uğraştığınız alan insan. İnsanı bir et, kemik yığınından, bir doku kan kompleksinden ibaret kabul edemeyeceğiniz için o insanın duygusuna, düşüncelerine, inançlarına, sosyal ilişkilerine dikkat etmek mecburiyetindesiniz ve teşhis koyarken, tedavi ederken bu unsurları mutlaka göz önüne almalısınız. Dolayısıyla bunlar laboratuvarlarda ölçümlenebilir unsurlar değil. İyi bir hekim klinik yaklaşımında doğru, kanıtlanmış, güçlü bir bilgi birikimine sahip olması gerektiği gibi aynı zamanda o insanı da doğru biçimde anlayacak bir vizyona ve hislere sahip olmak mecburiyetindedir. Hastayı değerlendirmek için sadece laboratuvar sonuçlarını değil beş duyusunu, duygularını ve zihnini teşhise katmalıdır. Kitapta da söz ettiğim gibi bize hocalarımız yıllar önce “Gençler sizin de gün gelecek bilgileriniz tebellûr edecek, yani billurlaşacak, saflaşacak. Siz o berrak bakış açısıyla ve hislerinizle hastayı gördüğünüzde teninin renginden, kokusundan, ses tonundan, bakışından hasta hakkında doğru ve düzgün bir tanıya, tedaviye karar verebileceksiniz,” demişlerdi.
* Uyguladığınız titreşimsel tıp tedavilerinde olumlu sonuçlar almanıza rağmen, ilk yıllarda kanıta dayalı hâkim tıp anlayışı nedeniyle referans çalışma bulamadığınız ve dolayısıyla çalışmalarınızı akademik literatüre geçiremediğiniz bir dönem söz konusu. Bugün anlıyoruz ki kadim medeniyetimizde alternatif tıp anlayışı ve yöntemleri kayda geçmiş, ilme konu olmuş. Öte yandan çalışmalarınızda kendi geleneğimizde, inanışlarımızda yer alan pratiklerle de yollarınız kesişiyor. Bu anlamda sormak istiyorum kendi aldığınız tıp eğitiminde gerekse sonrasında uzmanlığınızda bu zengin damarla hiç etkileşim imkânınız olmadı mı?
Tıp fakültesinde okuduğum öğrencilik yıllarım 1980’lerdi. O yıllarda bir tıp öğrencisinin tıp etiği, meslek ahlakı konularında eğitileceği, tıbbın tarihsel süreci, medeniyetimizin bu alandaki zirve isimleri ve eserleri hakkında bilgileneceği bir temel bilim dersi olan tıp tarihi ve deontoloji dersi sadece sınıf geçmek için, sınavdan geçer not alacak kadar okunan bir ders olarak algılanırdı. Bugün «ne kadar geriye bakarsan o kadar ileriyi görürsün» diyerek sözünü ettiğimiz perspektifi, tarih şuurunu öğrenciye kazandırmak şöyle dursun (lütfen bu sözlerimi okuyucularımız siyaset ya da hamaset olarak görmesinler yaşanmış bir gerçekliği ve o yıllarda yaşanan durumlara işaret etmek istiyorum) sonradan rektör olacak dönemin Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Cerrahi Ana Bilim Dalı Başkanı, TUS’ta başarılı olarak cerrahi ihtisası kazanmış olan asistanını başörtülü olduğu için kılık kıyafetle ilgili yasa ve yönetmeliklere uymadığı gerekçesiyle tıp tarihi müzesinde görevlendirmişti. Her sabah mesaiye geldiğinde cerrahi kliniğinde ameliyatlara girmesi gereken doktor hanım müzeye gönderilmiş ve dahası mesai bitimine kadar kapı üzerine kilitlenmiştir. Bu durum üç beş gün değil tam üç ay sürmüştü. Öğrenciye bir ufuk kazandırması gereken tıp tarihi ve deontoloji maalesef o yıllarda bir cezalandırma yeri olarak görülmüştü.
Burada vurgulamak istediğim şey şu; tıp müfredatında göz ardı edilmiş bir titreşim tıbbı kavramı var. Bilimsel kanıtları olan bu yöntem, 1900’lü yılların başında Flexner Raporu’yla tüm dünyada göz ardı edildi. Öğrencilere okutulması, öğretilmesi gereken bir bilim dalı. Kitabın çıkışında da gayem buydu. Bilimle, öğrencilerin eğitimiyle, onların mesleki becerileriyle ilgilenmesi gereken insanlar, o yıllarda siyasi görüşleri sebebiyle bu vazifelerini ihmal etti ve tabii ki bizim ufkumuzu açıcı bir davranış biçimi değildi.
Alternatif tıpla tedavi daha ucuz
* Güncel tıbbın sunduğu tedavilerin hastalara kalıcı bir şifa sunamaması ya da ilaç-yan etki kısır döngüsüne girmiş, deva bulamamış hastaların arayışları biyorezonansa, titreşimsel tıbba olan ilgiyi her geçen gün artırıyor. Öte yandan titreşimsel tıbba ulaşma konusunda seçeneklerin daha kısıtlı olduğu, teşhis ve tedavi süreçlerinin maddi anlamda daha külfetli olduğu da dile getiriliyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Bu tedavilerin özel kliniklerde uygulanması, hastanelerimizde yaygın olarak kullanılmaması veya sigorta kapsamında olmaması sebebiyle hastalarımız tedavileri kendileri finanse etmek durumunda kalmaktadırlar. Bu sebeple tamamlayıcı tıp maliyeti yöntemlerinin bu ücretleri rölatif olarak pahalı gibi gözükse de bu uygulamalar günümüzde kimyasal ilaçların maliyetleri ile kıyaslanmayacak derecede uygundur. Tamamlayıcı tıp uygulamaları ilaç endüstrisinin ürünü olan kimyasal ilaçların hele hele kemoterapi gibi ilaçların ülke ekonomisine getirdiği yükle hiç kıyaslanmayacak kadar düşük bütçeli uygulamalardır.
DOĞDUĞUMUZDA BERRAK BİR SU GİBİYİZ
* Belirttiğiniz gibi yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz şeylerdeki toksik maddeler ve içinde yaşadığımız ortamların titreşimi bizi hasta ediyor. Bu durum muhatabını korkuya düşürüyor. Peki, insan bedenini bir bütün olarak gören titreşim tıbbı burada nasıl devreye giriyor?
Biz annemizden doğduğumuzda bir bardak berrak su gibiyiz. Gerçi son yıllarda bebekler çok da berrak bir su gibi doğmuyorlar ama böyle kabul edecek olursak, yeni doğanın sağlık halini bir bardak berrak suya benzetebiliriz. Bebek hayata başladıktan sonra zaman içerisinde annenin yediklerinde, içtiklerinde, kullandığı kozmetik malzemelerde, ev ortamındaki çeşitli “temizlik” malzemelerinde bulunan toksik kimyasal maddeler, bebeklerde de görülüyor ve vücutlarında birikmeye başlıyor. Dolayısıyla bebek doğduktan sonra o berrak su bulanmış oluyor. Bunu bir metafor olarak kullanacak olursak bulanık suyu alerjik hastalıklara benzetebiliriz. Su bulandıkça vücut, lütfen beni bana yük olacak şeylerle karşılaştırma, diyor. Bu durum çileğe, kiviye, ev tozuna alerji olarak karşımıza çıkıyor. Bunun temelinde üç yüz altmış beş gün, yirmi dört saat beslenmemizde yer alan dört ana gıda maddemiz var, buğday, inek sütü, şeker ve yumurta. Çilek, kivi, ev tozu… bardağı taşıran son damlalar. Fıçıyı dolduran dört temel gıda maddesi. Sonra bu bir bardak su giderek çamurlaştığında yabancı maddeye o kadar tepki vermeye başlıyor ki artık bir süre sonra kendine de saldırmaya başlıyor. İşte birçok otoimmün hastalık böyle ortaya çıkıyor. Bu suyun taşlaşmasını tümöral oluşumlara benzetebiliriz. Biz bu hastalıkların her aşamasında tedavide titreşim tıbbı yöntemlerini kullanabiliriz. Çünkü her madde titreşimden ibarettir. O maddeyi, frekansını veya frekansının tersini kullanarak vücuttan uzaklaştırmak mümkün. Bunu yaparken bize hep sorulan sorulardan biridir: Titreşim tıbbının yan etkisi yok mu? Bu çok inandırıcı gelmiyor insanlara. Çünkü biz Batı tıbbında hastalığı gördüğümüz yerde ‘anti’si ile onu bastırarak tedavi etmeye çalışıyoruz; tümör varsa anti-tümör, hipertansiyonda antihipertansif, haşimatoda antitiroid, enfeksiyonda antibiyotik vs. Biz titreşim biyorezonans veya bir akupunkturla titreşim bilgisini kullanarak vücudun yine kendi içindeki biyofoton akışını harekete geçirerek, şifayı uyandırarak, vücudun kendi kendisini iyileştirme gücünü destekliyorsunuz. Dolayısıyla yan etki olmadan, sadece toksik yükleri ortadan kaldırıp vücudun savunma sistemini güçlendirip, dengeleyerek, olması gereken akışı sağladıktan sonra şifalandırmayı yan etkisiz bir şekilde temin edebiliyorsunuz.
Bebeğinizin yemesini istemediğiniz şeyleri yemeyin
Gebelerime çok sık söylerim. Bebeğinizin o saf tertemiz hâlini kirletmemek için bebeğinizin yemesini istemediğiniz şeyleri yemeyin, içmesini istemediğiniz şeyleri içmeyin, tenine değmesini istemediğiniz şeyleri teninize değdirmeyin, bebeğinizin duymasını istemediğiniz sesleri, sözleri, müzikleri dinlemeyin. Hatta bebeğinizin hissetmesini istemediğiniz duyguları da hissetmemeye çalışın. Bunu genişleterek bugün tüm hastalarımız, sağlıklı yaşamak isteyen herkes için bu tavsiyelerde bulunabiliriz.