İslam aklın merkezini işaret eder

Sari Nusseibeh’in İslam’da Aklın Hikâyesi adlı çalışmasında İslâm dünyasının sömürgeleşmesinde Arap dilinin bilimsel kimliğini yitirip yerel kodlara dönmesinin etkisini gözler önüne seriyor.

Görsel: Arşiv

OSMAN DEMİR

Sari Nusseibeh’in İslam’da Aklın Hikâyesi adlı eseri Müslümanların akıl ve özgür düşünceden neden ve nasıl uzaklaştığı ile medeniyet olarak nasıl geride kaldığı sorusuna dair bir cevap mahiyetindedir. Muhtevayı oluşturan her bir bölümün hâkim fikri, İslâm’ın ilk asırlarında daha çok dil (Arapça) etrafında oluşan güçlü bir entelektüel hayatın ve bunu doğuran özgür düşüncenin varlığı ve bunun zamanla ortadan kalktığıdır. Yazar bu süreçte oluşan tüm sorunları tek bir parametre etrafında, “nakilcilik ve literal metin okuma” biçiminin giderek yaygınlaşması üzerinden anlamaya çalışmaktadır. Bu doğrultuda Müslüman dünyanın içinde olduğu krizi dikkate alarak ve neredeyse her bir başlıkta bu süreçle ve mevcut sonuçla hesaplaşarak ilerlemektedir. Bir bakıma İslâm dünyasının sömürgeleşme ve Arap dilinin bilimsel kimliğini yitirip yerel kodlara dönme süreci “aklın yitimi” üzerinden aktarılmaktadır.

MODERN DÜNYA ALGISINDA KOPUKLUK

Bu noktada yazarın düşünce-dil ilişkisini güçlü biçimde vurgulaması, Kur’ân’ın ve onun dili olan Arapçanın medeniyet kurmadaki öneminin altını çizmesi de önemlidir. Her vesileyle ortak bir dil oluşturmayı öneren yazar, bunun önündeki engeli ise İslam şeriatının fiilen taşlaşması, fıkıhçıların ve kelâmcıların kurduğu dünya ile reel gerçeklik arasındaki makasın açılması ile izah etmektedir. İslam aklının hikâyesini şekillendiren önemli bir parametre olarak siyaset kurumuna atıf yapması, tarihsel hadiselerin fikirlere etkisine sıkça değinmesi ve Abbasîler döneminde Bağdat’ta kâğıt üretimi ile akademik gelişim arasında bağlar kurması vb. maddi kültüre işaret eden pasajları da mühimdir. Siyasi bir güce sahip olan dinî otoritenin, mihne türü sorunlara sebep olduğunu da hatırlatan yazar buna dair güncel örnekler de vermektedir. Bu vesileyle, inancı aklileştirmek için alınan aşırı önlemlerin geri tepebileceğini ve bunun da neticede Müslüman dünyayı modernleşmeye karşı direnen bir dine terk edebileceğini belirtir. Nitekim ona göre dinin siyasallaşması daha doğal ve hoşgörülü bir tekâmül yerine, dinin kamusal bir tartışma konusu hâline gelmesinin tonunu belirleyebilmektedir. Mihne olgusu ile de bağlantılı olarak Nusseibeh’in düşünce tarihi okumalarında “döngüsel değişim modelinden” bahsetmesi de üzerinde durulması gereken bir husustur. Özgürlük savunucularının (Mu‘tezile) zamanla hürriyeti kısıtlayacak bir noktaya gelebilmeleri örneğinde olduğu gibi karşıtların birbirine dönüşebilmesine dair İslam düşünce tarihinde pek çok örnek bulunabilir. Ona göre, asırlardır devam eden bu toplumsal iç çekişme ve hâlâ Kur’ân’ın talep ettiği dengenin sağlanamaması da Müslüman bir toplumda farklılığa izin verme özgürlüğünün sınırları konusunda kararsız kalmanın bir neticesidir.

ELEŞTİREL BİR BAKIŞ

Yazar eserde alanın uzmanlarınca takip edilmesi hatta eleştirilmesi gereken bazı teknik bilgiler de vermekte, isimler ve fikirler arası yeni örüntüler de kurmaktadır. Mesela kelâmı felsefeden ayıran şeyi dilin bağlamsal kullanımı ya da dile dayalı açıklamalar olarak belirlemesi, Gazzâlî’de Mu‘tezile etkisini altını çizmesi, Nazzâm’ın kümûn teorisiyle doğal fenomenler dışında insan özgürlüğünü de izah ettiğini belirtmesi bu cümleden sayılabilir. Kâdî Abdülcebbâr ve İbn Sînâ arasında yaptığı mukayeseler ile Kâdî’nin bilgi teorisini okuma biçimi de ilk dönemde İslam felsefesinin bir kaynağı olarak Mu‘tezile kelâmına yapılacak atıflar bakımından kayda değerdir.

İslam kültürünün Batı’ya tercümesi konusunu vurgulaması ve bunun mahiyetine dair verdiği bilgiler de kitabı önemli kılmaktadır. Zira tarihin en önemli çeviri faaliyetlerinden biri de İslam medeniyetinin sunduğu imkânların sistematik olarak Batı’ya intikal ettirilmesidir. Yazarın burada aklın hikâyesini doğudan batıya, batıdan da doğuya geçen kıvrımlı bir nehir olarak görmesi ve İslam’ın Batı’ya etkisine dair imalarda bulunması da sonraki okumalara ilham verecek şekildedir. Bu doğrultuda Toledo ve Bağdat, Descartes-Molla Sadra karşılaştırmaları, İbn Sînâ’nın çoklu âlem teorisi ile Leibniz arasında kurduğu ilişki ve Batı’nın kurucu düşünürlerinin İslam düşünce geleneğinden etkilendiklerine dair pasajlar da dikkati hak etmektedir. Yazarın dipnotlarda verdiği bilgiler ile nihayetinde sıraladığı klasik ve güncel okuma listeleri de bu iddiaları derinleştirmek için ülkemizdeki araştırmacılara geniş imkânlar sunmaktadır.

Eserde dikkatli bir düşünce tarihi okuru açısından eleştiriye konu olacak hususlar da vardır ancak bunları mevcut tezleri tahkim etme yönünde bir fırsat olarak görmek gerekir. Bu doğrultuda yer yer geçmiş ve bugün arasında anakronik bağlar kurulması, İslam akılcılığının Mu‘tezile, İşrâkî ve Meşşâî kamplara hasredilirken gerilemenin sünnîlik üzerinden okunması buna örnektir. Nitekim yazara göre Sünnîler din-siyaset arasında sağlıklı bir ayrım yapsalar ve en başında Müslüman toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için filozoflar ve fakihler ortak bir dil oluştursalardı bugün her şey daha güzel olabilirdi. Bunun gibi “gerileme” iddiasında Gazzâlî kadar İbn Teymiyye’yi de suçlu bulan yazar, felsefeye indirdikleri darbenin, aklı, mantık ve metafizikten sıyırdığını ve dine tutsak ettiğini belirtir. Kur’ân gerçek bir akli araştırma dalgası oluştursa da Gazzâlî ve İbn Teymiyye’nin kurduğu paradigma, aklı giderek dinin kapsamına almış ve ileri bir “bağımsız” düşünme ihtiyacını iptal etmiştir.

Osmanlı’nın hem İslam kültürüne hem de Arapçanın gelişimine katkıda bulunmadığı iddiası ile İslam’ın akıl hikâyesinin 17. yüzyılda İran’da sona erdirilmesi de eleştiriye açıktır. Ayrıca kimi bölümlerde yazarın kurduğu bazı bağlantıların okura zorlayıcı gelebileceğini belirtmek gerekir. Sühreverdî’de “karanlık” ifadesi ile modern fizikteki karanlık madde ve görelilik teorisi arasında ilişki kurması, İbn Teymiyye’de ahlaki sezgilerin evrenselliği fikrinin, Suudi Arabistan’da toplumsal cinsiyet eşitliği lehine veya Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kürsülerde eşit standartlar kullanılmasına güçlü bir argüman sunabileceği görüşü bu yaklaşıma örnek verilebilir. Bu yönleriyle Sari Nusseibeh’in İslam’da Aklın Hikayesi adlı eserinin bildiklerimizi hatırlama, eleştirdiklerimizi gözden geçirme ve topyekûn İslam düşüncesini “akıl” kavramı etrafında tekrar bir okuma noktalarında ufuk açacağı ise aşikârdır.