Kaybolan eserler İstanbul panoramasında

Tanzimat sonrası şehrin hızlı bir değişim ve dönüşüme girdiğini anlatan Prof. Dr. M. Baha Tanman, günümüzde kaybolan pek çok eserin İstanbul panoramalarında görülebildiğini anlatıyor. Tahmini 1805 tarihli bir anonim İstanbul panoramasına evsahipliği yapan İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Yöneticisi F. Gülru Tanman ise, “İstanbul’un hem günceline hem de tarihine ilişkin zaten birçok alanda araştırma yürütmeye devam ediyoruz" ifadelerini kullanıyor.

Latife Beyza Turgut
Prof. Dr. M. Baha Tanman - İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Müdürü F. Gülru Tanman

19. yüzyıl başında Henry Aston Barker isimli manzara ressamı, keşfettiği “panorama” formunu Londra’da bir gösteriye dönüştürüyor. Henüz modern seyahat başlamamış, dolayısıyla panorama gösterileri sayesinde şehir değiştirmenize gerek bile kalmadan dünya şehirleri bir gösteriyle keşif meraklılarının ayağına geliyor. Merak edilen şehirlerin başında ise Osmanlı’nın başkenti, İstanbul var. Bizler ise ne şanslıyız ki her gün gözümüzü bu seyrine doyulmaz kentler listesinde başı çeken İstanbul’da açıyoruz. Peki bugün İstanbul’a baktığımızda ne görüyoruz? İstanbul’un silüetinde 21. yüzyılda neler değişti? İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Bilim Kurulu Başkanı Prof. Dr. M. Baha Tanman ve İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Yöneticisi F. Gülru Tanman ile Pera Müzesi’nde bir araya geldik. Prof. Dr. Tanman’ın küratörlerinden biri olduğu, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün Pera Müzesi iş birliği ile düzenlediği “Tam Yerinden: İstanbul’a Panoramik Bakışın Tarihi” sergisinden ilhamla fevkalade temaşası ile İstanbul’u konuştuk.

İstanbul ufkunda bir alay gökdelen

İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Müdürü ve “Tam Yerinden” sergisinin küratörü olarak sizlere ilk olarak şunu sormak istiyorum: Sergiye ilham olan anonim panoramanın çizilmesinden bugüne çok zaman geçti. Bugün, İstanbul’u tam yerinden izleyebileceğimiz bir yer var mı?

Baha Tanman: Serginin merkezinde, Galata Kulesi’nden çizilmiş ve 360 derecelik İstanbul görünümü sunan iki panorama yer alıyor. Biri “anonim panorama” olarak adlandırdığımız ve daha önce bilinmeyen bir görünüm. Diğeri de çok tanınan, reprodüksiyonları yapılmış ve anonim panoramayla çağdaş olan Barker panoraması. Robert Barker, 360 derecelik şehir panoramalarını icad eden kişi. Bugün de Galata Kulesi’nden bir İstanbul panoraması yapabilirsiniz. Bir takım küçük kültürel miras yapıları apartmanlar arkasında kaybolur, İstanbul’un ufkunda bir alay gökdelen görürsünüz ama o da İstanbul’un bugünkü panoraması zaten.

Gülru Tanman: Hâlâ Kız Kulesi’nden de şehri panoramik bir şekilde izleyebilirsiniz. Yine eski seyir noktalarından biri olan Tophane kıyılarından Sarayburnu ve Üsküdar manzarasını da seyredebilirsiniz. Örnekleri çoğaltabiliriz. Ama şehrin doğal peyzajı yerine yapılaşmış bir çevrede deneyimleyebiliyoruz bunu.

Seyir kültürü bize has bir gelenek mi?

Baha Tanman: Bizim kültürümüzde güzel manzaralı bir yerde oturup manzarayı seyretmek ve bunu uzun uzun yapmak var. Avrupalı seyyahlar buna şaşırıyor. Onlar konuşmadan pek duramaz. Oysa bizim için, “Türkler oturur, çubuğunu yakar. Biri ‘Ne yapıyorsun?’ diye sorarsa konuşmazlar. ‘Keyif yapıyorum.’ derler” diyor. Ama Türkler de öyle boş boş seyretmezler, temaşa ederler. Cihangir Camii’nin yanında bir bahçe vardır. Biz Cihangirliler olarak gider oraya hâlâ manzara seyrederiz. Evliya Çelebi de 17. yüzyılın ortalarında o bahçeden bahsediyor, “Bütün liman ve İstanbul, ayaklarının altındadır. Fevkaladedir temaşası” diyor. Demek ki o zamandan beri var olan bir şey. Hatta Süleymaniye ve Fatih Camii’nin yaz aylarında kuzey rüzgârlarını aldığı için serin olan güzel manzaralı “doğu terasları” vardır. Süleymaniye’ninkinden bakarsanız hem Haliç’i hem de Boğaz’ın girişini görürsünüz. Oradan da çok seyir yapılırmış zamanında.

Gülru Tanman: Bu geleneğin erken Cumhuriyet döneminde de devam ettiğini izleyebiliyoruz. Mesela Henri Prost’un 1936 tarihli İstanbul planlaması çalışmalarında Taksim Meydanı’nda, bugünkü The Marmara Otel’in yerinde bir seyir terası tasarladığını görüyoruz. Ama tabii bugün sadece seyir amaçlı teraslar yapmak neredeyse imkansız, şehrin yoğun dokusu, manzaradan kazanılan rant izin vermiyor.

Kaybolan hamamlar, çeşmeler ve tekkeler

Panoramalardaki İstanbul ile bugünün İstanbul’u arasında büyük farklar var. Zaman içerisinde yitip giden yapılar arasında en fazla gözlemlediğiniz neler?

Baha Tanman: Tam olarak sayısal bir liste çıkarmak zor ama 1925’ten sonra işlevini yitirdiği ve cami olarak kullanılması da pek mümkün olmadığı için özellikle pek çok tekke ortadan kalkmış. Bence bir başka yok olan yapı tipi de hamamlar. Gelişen hayat tarzı, 1950’li yıllardan sonra hamamların ortadan kalkmasına sebep olmuş. Bugün şimdi Mimar Sinan’ı yere göre koyamıyoruz ama Mimar Sinan’ın iki hamamı, biri Beşiktaş’ta Sinan Paşa Hamamı, diğeri Fındıklı’da Molla Çelebi Hamamı DP döneminde (1950-1960) buldozerlerle takır takır yıkılmış. O zamanki zihniyet şu, “Efendim, artık her evde akarsu var, hamama ne lüzum var?”

Çeşmeler de aynı şekilde…

Baha Tanman: Evet, önce İSKİ çeşmelerin suyunu kesiyor. Çeşme, bir çöp dökme veya berduşların gece ateş yakma yeri haline geliyor. Dolayısıyla çok sayıda çeşme de yok olmuştur. Tarikat yapılarına dönecek olursak, bu yapılardan 1491’de faaliyete geçen Galata Mevlevîhanesi’nin semahanesi zaman içinde altı kere yeniden inşa edilmiştir. İstanbul’a gelen ve Pera’da ikamet eden birçok ressam Mevlevî ayininin icra edildiği semahanenin iç mekânını tasvir etmişlerdir. Sergideki her iki panoramada ise söz konusu mekânın dış görünümüyle karşılaşıyoruz. Bu III. Selim tarafından 1791’de inşa ettirilen dördüncü semahanedir. Rus ressam E. Scotnikoff’un gravüründe görülen sekizgen planlı semahanenin cepheleri özellikle Barker panoramasında kalem işi bezemeleriyle çok ayrıntılı biçimde ele alınmış. Cephelerin bu şekilde süslenmesi Balkanlar’da ve Batı Anadolu’da vardır, lâkin İstanbul’da pek görmeye alışık olmadığımız bir durum. Belki de zamanında var olan başka örnekler yangınlarda ortadan kalkmıştır.

Ayrıca Galata ve Suriçi’nde yok olan birçok mescidi de tespit edebiliyoruz. Mesela çok ilginç iki hamam var, ortadan kalkmış. İkisi de Barker panoromasında görülebiliyor.

Siz o hamamların varlığını nereden biliyorsunuz?

Baha Tanman: Panoramada hamamı görünce olduğu yeri araştırıyorsunuz. Kaynakta karşınıza çıkıyor. Evliya Çelebi bahsediyor mesela. Bunlar Galata’daki Bektaş Efendi Hamamı ile Müeyyedzade Hamamı. Galata Kulesi’ne doğru inen Galip Dede Caddesi üzerinde Müeyyedzade Mescidi yerinde duruyor hâlâ. Sonra Hadîkatü’l-cevâmi’adlı kaynağa bakıyorsunuz, “Caminin karşısında aynı hayır sahibinin bir de hamamı vardır” diyor. Panoramada onun karşısındaki hamam gayet detaylı olarak çizilmiş. Hem Barker’da hem anonim panoramada.

Marmara kıyısından Haliç’e süren yangınlar

Bu tahmin biraz da o zamanki günlük hayatın getirdiği bir şey değil mi?

Baha Tanman: Gayet tabii. Cami, mutlak anlamda tek başına çok nadir görülür. En azından yanında bir sıbyan mektebi vardır. İlla hepsinin büyük bir külliyesi olmaz. Ama bir çeşme vardır. Küçük bir hayır eseriyle beraberdir. Ya da bayağı mükellef -Kılıçali Paşa örneğinde olduğu gibi- bir külliyesi vardır. Bir de kaybolan şeyler var. Mesela Azapkapı Sokullu Mehmed Paşa Camii’nin yanında dükkânlar ve sıbyan mektebi varmış. Bu yapılar bir meydan oluşturuyormuş mesela. Ama bugün tamamen onlar ortadan kalktı ve cami tek başına.

İstanbul’un silüetinin bu denli değişmesinin bir sebebi de ahşap kullanımı değil mi?

Baha Tanman: Tabii ahşap malzemenin bu nemli iklimde hem uzun ömürlü olmaması hem de meşhur yangınlar… Sıra rutubete gelmeden yangınlar yapıları kül ediyor. Öyle yangınlar var ki Marmara kıyısında başlıyor ve lodos estiği için Haliç kıyısına kadar geliyor. Haliç olmasa devam edecek yani.

Sergide de bir yangın görüntüsü var…

Baha Tanman: Evet, meşhur 1870 Beyoğlu yangınının arazisini gösteren panoramik bir fotoğraf ve harita sergiliyoruz. Kagir binaların sadece iskelet gibi dış duvarları kalmış. Yanan ahşap yapıların da sadece ocakları seçilebiliyor. Fotoğrafın yaygınlaşmasıyla birlikte panoramik resimlerin yerini panoramik fotoğraflar alıyor. Sergide bu yeni panoramik türün bir yangının ardından sigorta şirketi tarafından yürütülen saha araştırması için nasıl belgesel bir kaynak olarak kullanıldığını gösterdik. Sergi kataloğunda Ahmet Ersoy ve K. Mehmet Kentel’in bu konuya dair kapsamlı bir makalesi var.

Mimari eserlere büyük bir sadakat var

Panoramaların tarihe tanıklığını öznel veya nesnel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Baha Tanman: Panoramanın nesnel olarak değerlendirilmesi biraz da yapanın formasyonuyla ilgili. Mesela mimar kökenli Melling’in Türk evlerini doğru çizdiğini nereden biliyoruz? Bakıyorsunuz ki hâlâ İstanbul dışında, Bursa’da, Kütahya’da veya Balkan şehirlerinde geleneksel çizgilerini koruyan Türk evleri var. Süleymaniye’deki mevcut konaklara bakmayın, hepsi Tanzimat’tan sonraya ait onların. Kalmamış İstanbul’da hiçbir şey. Bir Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı’nın selamlık odası var. O da çökmek üzere, bu yüzden üzerine titriyoruz. Ama Anadolu’da, Balkan şehirlerinde var. Barker da panoramasında kuleye yakın olan evleri, son derecede gerçekçi detaylarıyla resmediyor. Bir de bugün hâlâ mevcut olan tarihi eserler de -örneğin Arap Camii- fevkalade doğru çizilmiş. Azapkapı Sokullu Camii’nin kubbe kasnağına da özellikle dikkat ettim. Barker bu kubbe kasnağını sekizgen değil de altıgen yapabilirdi. Nitekim sekiz desteklidir ve sekiz tane küçük küçük ağırlık kulesiyle kuşatılmıştır. Anlıyoruz ki mimari eserlere büyük bir sadakat var. Yerleri çok doğru. Farklı bir örnek olarak Mahmud Paşa Camii iki küçük kubbeyle görünüyor. Çünkü çok yoğun bir bölge orası ve Galata Kulesi’ne uzak. Hatta serginin küratörlerinden Çiğdem Kafescioğlu’yla çalışırken “Aa bu Mahmud Paşa Camii” dedik. Mihrap ekseninde peş peşe iki kubbe vardır. Ondan sonra biraz sağa kayıyorsun, tek bir kube var, o da Mahmud Paşa’nın hamamı. Biraz arkasından Nuruosmaniye Camii yükseliyor. Yani binaların kendi aralarındaki ilişkiler de çok doğru. Serginin sonuna doğru halk resminde İstanbul imgesine dair de eserler var. Anadolu’da, Rumeli’de ve Yakın Doğu’da bazı eşraf ve âyân konaklarında “baş oda” dediğimiz, misafirlerin kabul edildiği mekânlarda, duvar sıvası üzerine anonim halk ressamları tarafından yapılmış resimler bunlar. Belli ki bu ressamların çoğu İstanbul’u bizzat görmemiş. Şimdi orada nispetler ve mimari detaylar doğru değil ama muhakkak İstanbul’u simgeleyen bir şeyler var. Baktığın zaman muhakkak Kız Kulesi, Sarayburnu’nda Topkapı Sarayı var. Ayasofya ve Sultan Ahmet hiç değişmiyor. Ancak bazıları artık o kadar hayal mahsulü ki, “Hangi taraf Galata acaba, hangi taraf Üsküdar?” diye bir şaşırıyorsun. İstanbul, Osmanlı dünyasının hem idari hem de kültürel merkezi olduğu için bu manzaralar biraz da bulundukları odaya bir prestij sağlıyor. Başkent ile ilişkilenme biçimi. Bir şey daha eklemek istiyorum: Mesela İstanbul’da Tarihi Yarımada’yı gösteren birçok gravür ve tablo üretilmiştir. Onların içinde bazıları ressamın almış olduğu krokilerden sonra belli ki hafızada kaldığı gibi tamamlanmış. Örneğin, Nuruosmaniye Camii avlusunu gösteriyor, Endülüs kemerleri var. Bazıları daha gerçeğe uygundur, bazıları ise detayları ve nispetleriyle bazen de konumlarıyla daha hayal ürünüdür. Ama sergideki anonim ve Barker panoramalarının gerçeği yansıtma kaygısı içinde olduğunu görüyorsunuz. Hakikâten “Tam yerinden” çizilmiş ve bir dokümanter olma isteği var. Barker bunu özellikle vurguluyor zaten. Diyeceksin ki, “Londra’daki ya da Paris’teki İstanbul’u görmemiş bir seyirci kitlesine biraz uydursa ne olurdu?” Ama uydurmamış işte. Uzaktan görünen Üsküdar’da soldan sağa doğru camileri izleyebiliyoruz: Mihrimah Sultan Camii, Yeni Valide Camii, Ayazma Camii, Selimiye Camii. Bir tanesini eksik yapabilirdi ya da çok fazla yaklaştırabilirdi.

Şehrin silüeti 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra hızla değişiyor

İstanbul silüetinin en hızlı değiştiği dönem bu dönem midir?

Baha Tanman: İstanbul silüetinde aslında Tanzimat ile başlayan noktasal değişimler var. 19. yüzyılın ikinci yarısında o zamana kadar varolmayan iri kitleli resmi binalar silüete giriyor. Mesela bugün İstanbul Erkek Lisesi olarak kullanılan Düyûn-ı Umûmiye. Bütün etrafı doldu, dört bir tarafı apartmanlarla kaplı ama hâlâ her yerden görünür. Bir başka örnek de yandığı için bugün yerinde olmayan ama eğer olsaydı yine İstanbul’un her yerinden görünecek olan, Ayasofya ile Sultan Ahmed Camii arasına inşa edilmiş muazzam Adliye Nezareti binası. Mimarı Fossati hiç anlamamış İstanbul’u. Anlasa o büyüklükte bir yapıyı oraya koymazdı. Fossati’nin Beyoğlu’nda Rus Sefareti binası da buna bir başka örnek. 19. yüzyılda İstanbul’un dokusunda böyle değişimler var ama kütlesel olarak değişim 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra büyük süratle devam ediyor. Ben şahidim, kısa bir sürede İstanbul’un bazı semtlerindeki bütün geleneksel konutların -yangınlardan arta kalmış ne varsa- hepsinin yok edilip yerine 7-8 katlı apartmanların yapıldığına. 1960’ların Üsküdar’ının bir çok yerinin hızla yok olduğunu gördüm. Mesela Salacak, Sultantepe, Çavuşderesi ve Aziz Mahmud Hüdai Dergâhı’nın çevresi gibi yerlerdeki evler, kısa süre öncesine kadar bütün geleneksel ve tarihi dokusuyla duruyordu. Şimdi bir Özbekler Tekkesi kaldı. “Nereden biliyorsunuz?” diyeceksiniz. Annem ziyarete giderdi de oradan biliyorum. 8-10 yaşından beri Aziz Mahmud Hüdai’nin çevresini biliyorum. En az değişen yerler aslında İstanbul’un en yeni semtlerinden “Adalar.” Çünkü ulaşım zor, malzeme taşımak zor. Yoksa çok iyi koruduğumuzdan değil. Mesela annem Bakırköy doğumludur. Annemin doğduğu ev bahçeli büyük bir evdi. 1980’lerin başına kadar durdu. Dolayısıyla orası da çok gidip geldiğim bir yer. O semtte apartmanların olmadığını hatırlıyorum ben. Öğrencilere bazen bunları söylerken gözlerinde şu ifadeyi görüyorum: “Hoca biraz sallıyor galiba.” Atıyoruz sanıyorlar. Kızıltoprak’tan Bostancı’ya kadar Bağdat Caddesi üzerinde ya ahşap köşkler vardı, ya da erken cumhuriyet döneminde yapılmış iki katlı kâgir villalar.

Şehri ne kadar kayda alırsak kâr

Son zamanlarda İstanbul’da birden fazla aynı anda İstanbul ile ilgili sergi var. Bu yaklaşan İstanbul depremine dair bir korkunun, şehri yitirecek olmanın korkusu olabilir mi sizce?

Gülru Tanman: Aslında İstanbul’un hem günceline hem de tarihine ilişkin zaten birçok alanda araştırma yürütülüyor, yayınlar yapılıyor, etkinlikler düzenleniyor. İster istemez sergiler diğerlerinden daha görünür, kamuya hızla ulaşan etkinlikler oldukları için öne çıkıyor olabilirler. Bunu şehri yitirme korkusu yerine kent tarihi araştırmalarının kazandığı ivme ve sergilerin tarihsel bir anlatıyı görselleştirerek aktarmada tercih edilen bir mecra oluşuyla açıklayabiliriz belki.

Sergiler ve koleksiyonlar birbirini besliyor

Enstitünün son çalışmaları arasında neler var?

Gülru Tanman: Mimar restoratör Mualla Eyüboğlu üzerine, Işıl Çokuğraş ve İrem Yaylalı’nın hazırlamış olduğu yeni bir yayınımız çıktı. Eyüboğlu’nun arşivi üzerinden hem mesleki yaşantısını hem de 1940’lar-1980’ler arası mimarlık ve restorasyon, düşün ve uygulama ortamını okumak mümkün. Enstitünün akademik dergisi YILLIK’ın da yayına hazırlık süreci devam ediyor, 2024’ün ilk günlerinde basılmış olacak. Öte yandan, Enstitü’de hâlâ devam eden Meşgul Şehir: İşgal İstanbul’unda Siyaset ve Gündelik Hayat, 1918–1923 sergisinin kitabını da hazırlıyoruz. Programımızdaki bir başka yayın da Dila Gümüş’ün Vedad Tek’in saray başmimarlığı dönemine odaklanan araştırması. Bunlar dışında planladığımız diğer yayınlar, etkinlikler ve Enstitü arşivleriyle ilgili çalışmalar da devam ediyor.

İstanbul Müzik Araştırmaları Projesi nasıl devam ediyor?

Gülru Tanman: Birkaç yıldır üzerinde çalıştığımız Alaeddin Yavaşca ve Nuri Duyguer koleksiyonlarının tasnif, kayıt ve tarama işlemleri tamamlandı. Çok yakında, online kütüphane kataloğumuz üzerinden araştırmacılara ulaştıracağız. Bunun yanı sıra, Pera Müzesi’nde müzik etkinlikleri düzenlemek üzere de çalışıyoruz.

HAYAT
Filistin’i beyaz perdede anlatmaya devam

HAYAT
Helal olsun bu tariflere

HAYAT
Filistin sineması seçkisiyle Esenler Film Festivali