Tarih boyunca hakikat peşinde koşan entelektüellerin anlaşılamama gibi bir derdi daima olmuştur. İdraklerin hep bir takım kalıplar üzerinden şekillendiği ve deli gömleklerinin sürekli zihinlere giydirildiği bir atmosferde bunun aksini beklemek çok da makul görünmüyor zaten. Hal böyle olunca fildişi kulesine çekilmek ister hakkaniyetli bir münevver. Ülkesinin sloganlar üzerinden yürüyen gündemi sıkar onu. Çılgın sürülerin savaş çığlığıdır slogan. Şuurun sesi çığlık değildir; konuşmaktır, konuşabilmektir. Evet, bağırmaya değil de konuşabilmeye çalışan, bu toprakların yetiştirdiği nadir entelektüellerden biridir Cemil Meriç.
Her ne kadar ülkesi, toprağı, vatanı bir mengene gibi sıksa da kendisini, yine de onu düşünmeden duramaz Meriç. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın tespitiyle Türkiye, evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkanını vermez. Bir idealin peşinde yaşamak isteyen bir adam ve ideolojinin kısır tartışmalarına hapsolmuş bir mahkûm olmak… Bu iki paradoksal karakter, Meriç'in entelektüel serüvenini oluşturur.
YALNIZ VE YABANCI
1916 yılında Hatay'da doğar. Muhacir çocuğudur. Ailesi Balkan Savaşları sırasında Yunanistan'dan Anadolu’ya göçer. Çocukluğu pek de iç açıcı geçmez. Sürekli itilir kakılır:
İlkokulu bitirdikten sonra Antakya Lisesi'ne kaydını yaptırır. Daha çok okumaya, daha çok yazmaya başlamıştır. Hayatı kitaplarda bulan birisidir Meriç. Kızının deyişiyle, ‘Körlüğün narını, ilmin nuruna çeviren’ bir mütefekkirdir. Edebiyat tutkunudur. Özellikle Honore de Balzac ve Victor Hugo hayatında önemli bir yer tutar. Lise yıllarında tanıştığı bu kalemleri sadece okumakla yetinmez. İleri derecede bildiği Fransızcasıyla Türkçeye de tercüme eder bu isimlerin eserlerini.
Fuzuli'ye, Nedim'e ve Nabi'ye adeta âşıktır. 18 yaşına geldiğinde ruhunda fırtınalar kopmaktadır. Karl Marx ve Louis Büchner gibi materyalist isimlerle tanışır. 1939 yılında Hatay'da evi aranır, hapse mahkûm olur. Yıllar sonra kendisi, gençlik dönemini şu veciz cümleyle anlatacaktır: Allahsız bir çölde akıp giden başıboş bir ırmak!
Hayatının ilk 38 yılında durmadan okur. Sonraki yıllarda tezahür eden düşünceleri, bu yıllarda doldurduğu fikir ambarı sayesindedir. Lakin okumaya sevdalı Meriç, bu dönemden itibaren vücudunun ona göre en vazgeçilmez uzvunu, gözlerini yavaş yavaş kaybedecektir.
IŞIK İLE KARANLIĞIN SAVAŞI
Küçük yaşlardan itibaren gözleriyle sürekli bir savaş halindedir. Genetik bir hastalık daha ilkokul sıralarında, okumayla tanıştığı ilk anlardan itibaren bir lanet gibi takip eder kendisini. Dünyanın renklerine kitapların satırlarının karıştığı bu ilk anlar, Meriç'in gelecekteki entelektüel karakterinin de habercisidir sanki.
Okumak için gözlerinin zayıflığıyla mücadele eder, ışık ile karanlığın mecazi olmayan savaşına şahit olur. Bu savaş, yıllar geçtikçe karanlığın ışık üstündeki ağırlığıyla sürecektir. Gözlerini kaybeden Meriç, dünyanın renklerini tanımak yerine kendi renkleriyle bir dünya kuracaktır.
FİLDİŞİ KULESİNDE MÜNZEVİ BİR HAYAT
Cemil Meriç, Mehlika Sultan'ın peşine düşen bir genç olarak Avrupa'dan geri döndüğünde, gördükleriyle bulduklarının bambaşka olduğunun farkına varır. Paris'e gider ama Paris evde yoktur. Efsanelerin kaynağına gider, kurumuş bir nehir yatağından başka bir şey bulamaz. Nedim'in deyişiyle 'per-i suretin' peşinde geçen toyluk yıllarına olgunluk çağının ağır hakikatleri iliştiğinde Meriç, yaptıkları ve yapamadıklarıyla ıssız bir adaya düşmüş gibidir sanki.
Kimsenin merak etmediği ve soruşturmaya ihtiyaç duymadığı sorular, bu gönüllü sürgünün entelektüel namus meselesi haline gelir. Türk aydınının makûs kaderini belirleyen ideal ve ideoloji arasındaki sıkışmışlık, kendisini yer ve gök arasında ıssız bir yere sevk eder. Çağdaşları gibi yeryüzüne inmeyi tercih etmez. Entelektüellerin zihnini kurcalayan büyük meseleler, Meriç'in baktığı yerden karınca gibi görünür. Olanlara yukarıdan bakmak resmin tamamını görmesini sağlar fakat yeryüzü halkına söyledikleri küstahça gelir.
KALEMLE YAPILAN FETİHLER TARİHE MAL OLUR
Meriç'in bulunduğu yerde bütün ideolojiler onun ayakları altındadır sanki. Fakat ona yüksekliğini kazandıran da bu ideolojilerin cesametidir. Sözle ve yazıyla kazanılmayacak savaş yoktur Meriç’e göre. Kalem sahiplerine düşen ilk vazife; telaş etmemek, öfkelenmemek, kin kışkırtıcısı olmamaktır: “Halkı okumaya, düşünmeye, sevmeye alıştırmak. Bir kılıcın kazandığı zaferleri başka bir kılıç yok edebilir. Kalemle yapılan fetihler, tarihe mal olur. Tarihe, yani ebediyete...”
1984 yılında önce beyin kanaması, ardından da felç geçirir Meriç. Üç yıl boyunca yatağa mahkûm olur ve bu mahkûmiyetin sonunda 13 Haziran 1987'de hayata gözlerini yumar. Geriye dönüp bakıldığında herkesin bir Cemil Meriç'i olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz. Geçtiğimiz yirmi yılda sol Meriç'i yeniden keşfederken sağ ise ona sahip çıkmakla övünüyor. Bununla birlikte ‘Hangi Cemil Meriç?’ sorusu da varlığını en yakıcı şekilde hakikat taliplileri için duyurmaya devam ediyor. Vefatının 35. yıl dönümünde kendisini en kalbi duygularla saygı, sevgi ve minnetle anıyoruz.