Ramazan Bingöl
Türkiye’de hâlâ evlerde yoğurt mayalanıyor, ayran yapılıyor, cacık sofradan eksik olmuyor. Fakat dış dünyaya açıldığımızda, bu ürünlerin pazarda başka milletlerin kimliğiyle anıldığını görüyoruz. Küreselleşme çağında yemek yalnızca doymak değil; anlatmak, sahiplenmek, adını koymak meselesi artık. Yoğurt, sadece mayalanmış süt değil; bir medeniyetin taşıyıcısıdır. İlk olarak Orta Asya Türkleri tarafından yapıldığı tahmin edilir. Göçebe yaşamda sütün dayanıklı hâle getirilmesi ihtiyacı, yoğurdun doğuşuna yol açmıştır. 11. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud, “Divânü Lügati’t-Türk”te yoğurttan bahseder. Sadece besin olarak değil; kültür taşıyıcısı olarak anlatır. Evlerde yoğurt derilerde, ahşap teknelerde yapılır, süzülür, kurutulur; ayran, tereyağı, tarhana gibi yan ürünlere dönüşür. 12. yüzyılda Pasteur ve ardından Metchnikoff gibi Avrupalı bilim insanları, yoğurdun içindeki bakterileri keşfeder. Kafkasya’da uzun yaşayan halkların sırrını araştıran Metchnikoff, yoğurtla bağırsak sağlığı arasındaki bağı ortaya koyar. Bu bilimsel destekle yoğurt Batı’da yayılır. Bugün ABD’de Greek Yogurt etiketiyle raflarda yer alırken, Türk yoğurdu ismen dahi bilinmez.
Ayran: Sütle su arasında bir ahlak
Ayran, yoğurdun suyla sadeleşmiş hâlidir. Göçebe Türkler için hem sıvı ihtiyacını gideren hem de doyuran bir içecektir. Aynı zamanda yazın serinleten, tuz kaybını önleyen bir şifa kaynağıdır. Kaşgarlı Mahmud’un sözlüğünde geçen “ayran”, ayrılmış, süzülmüş yoğurtla ilişkilendirilir. Bugün hâlâ yaylalarda keçi yoğurdundan yapılan ayran taş bardaklarda sunulur. Fakat Batı dünyasında “salty yogurt drink” gibi soğuk, ruhsuz terimlerle tanıtılır.
Kefir: Unutulmuş bir efsane
Kefir Kafkasya’nın bize mirasıdır. Binlerce yıl önce keçi sütü derilere basılarak fermente edilir. Orta Asya Türkleri, Atilla döneminde kefiri seferlerde enerji kaynağı olarak kullanır. Avrupalılar Türk askerinin gücünü bu içeceğe bağlar. 1920’lerde Rus bilim insanları, Kafkas köylerinde yaşayan 120 yaş üzeri insanların su yerine kefir içtiğini tespit eder. Yoğurtta 2–3 bakteri varken kefirde 25–30 probiyotik bulunur. Bu bilgiyle kefir Avrupa ve Amerika’da ilaç niyetine yayılır. Bugün “superfood” diye satılan kefirin Türk kökeni çoğu zaman unutulmuştur.
Döner: Dikey formda dolaşan kimlik
Döner, Osmanlı mutfağının şehirleşmeyle geliştirdiği pratik kebap formudur. Evliya Çelebi 1660’larda yatay ateşte üst üste dizilmiş etlerden söz eder. Bu, dönerin ilk izleridir.
Dikey pişirme Bursa’da İskender Efendi ile başlar. 1883’te “İzmir Kebabı” adıyla tarif edilir. Göçmen Türk ustalar döneri Avrupa’ya taşır. Berlin sokaklarında shawarma olur, Yunanistan’da gyros… Oysa pişirme tekniğiyle, baharatıyla, sunumuyla döner özbeöz Türk icadıdır.
Cacık: Yazın en serin sözü
Cacık, yaz sofralarının ferahlığıdır. 1665’te Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi’nde “cacıg” olarak geçer. 1844 tarihli Melceü’t-Tabbâhîn’de salatalıklı yoğurt olarak tarif edilir. Nane, sarımsak ve salatalıkla yapılan bu karışım sadece meze değil; yazın lezzetli savunmasıdır.
Ev usulü cacık:
Malzemeler:
2 su bardağı süzme veya ev yoğurdu
1–2 adet salatalık (rendelenmiş)
1 diş sarımsak
1 çay kaşığı tuz
Taze nane (isteğe göre dereotu)
1 çay bardağı soğuk su
Üzeri için zeytinyağı ve nane
Yapılışı: Yoğurt çırpılır, salatalık, sarımsak ve tuzla karıştırılır. Kıvam soğuk suyla açılır. Üzerine zeytinyağı ve kuru nane serpilir.
Markalaşmayan mutfak, kimliğini kaybeder
Türk mutfağı zengin, köklü ve kadim bir hazinedir. Ama bu hazinenin gerçek değeri sadece tencerede değil; anlatıda, temsilde ve markalaşmada ortaya çıkar. UNESCO, 2013’te “Türk Kahvesi”ni tanıdı. Peki neden hâlâ “Greek Yogurt”, “Middle Eastern Coffee”, “Shawarma” gibi isimler dünya raflarını doldururken, yoğurt, ayran, döner ve cacık gibi ürünlerimiz Türk adıyla anılmıyor? Çünkü biz sadece üretmişiz; ama anlatmamışız. Yaşamışız; ama kayıt altına almamışız. İcat etmişiz; ama marka yapmamışız. Bugün mutfak sadece karın doyurmaz; marka doğurur. Lezzetli bir tarifin küresel pazarda karşılık bulması için adı, hikâyesi ve kimliği olması gerekir. Fransızlar rokfor peynirini, Japonlar misoyu, İtalyanlar espressoyu nasıl pazarlıyorsa, biz de yoğurdumuzu, kefirimizi, ayranımızı aynı ciddiyetle korumalıyız.
Artık mutfakla uğraşan herkesin —ev hanımından belediye başkanına, gastronomi öğrencisinden büyükelçiye kadar— ortak bir dili olmalı: Kültürümüzü markalaştırmak.
Bu iş sadece mutfakta değil; dijitalde, raflarda, menülerde, fuarlarda, belgesellerde yapılmalı. Aksi halde tarih bize sormaz: “Bu yoğurt ne kadar güzel yapılmış?” der. “Sen neden adına sahip çıkmadın?” diye hesap sorar. Çünkü markalaşmayan kültür, anonimleşir. Anonimleşen kültür ise başkasının elinde kimlik değiştirir. Aşına sahip çıkmayan, markasını da kaybeder.