Eyüp Taşcı
“Sen ve yağmur. Başa dönemezsiniz. Öyle bir yol yürüdünüz ki ancak dönüş yolunu yok ederek gelebilirdiniz inişiniz bir iniş olurdu başa dönmemecesine. Yağmur yalnız yağarken yağmurdur sen yalnız senken sensin burada kalamazsın ve başa dönemezsin.”* Çocukluktan gençliğe geçtiğim yıllardı. Belleğimden hiç silinmeyen bir manzara vardır. Babam orta hâlli bir esnaftı ve zamana göre maddi durumu da gayet iyiydi. Babamın bir gün eve elinde çöp kartonlarla geldiğini gördüm. “Baba sen bunları neden toplayıp getirdin?” diye sorduğumda, dernekte okuyan gençlerin masraflarını karşılamak maksadıyla yaptığını söyledi. Derneğin mütevellisi olan kerli felli adamlar ki bunların içinde çok varlıklı olanları da vardı, işi gücü bırakıp kâğıt topluyorlar ve bu şekilde okuyan talebelere ve dernek faaliyetlerine gelir sağlıyorlardı. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin bu gönülden yapılan fedakârlık aklımda kaldı. İlerleyen yıllarda samimiyete ve dava adamlığına örnek olarak anlattım her yerde. Daha sonraki yıllarda ictimai hayatta elde edilen başarıların tohumu, nüvesi bu anlayıştı. Liseden üniversiteye geçtiğimiz yıllar zor dönemlerdi. İyi bir sıralama ile kazandığım fakülteye okulun başladığı ilk gün koşa koşa sabahın sekizinde gitmiştim. Ama gördüğüm manzara bende tam bir şok etkisi yaratmıştı. Okulda başörtüsü yasağı bu sene uygulanmaya başlanmıştı ve tüm talebeler okulun önünde eylem yapıyorlardı. Bu yasağı protesto ediyordu herkes. Okulun dekanı yasağı uygulamam diyerek istifa etti. Bizler de devamsızlık sınırına kadar derslere girmeyip eyleme katıldık. Okula gelmiştim ama gazeteciler, polisler tuhaf bir ortam vardı. Ve yine o mesele karşımdaydı: dava. Bu tuhaf dönemlere denk gelen öğrencilik yıllarımı düşünürken Aydın Hocam gelir aklıma. Okulun felsefe asistanlarından Aydın Hoca. Beş kişilik bir gruptuk, bizi karşısına aldı kantinde. O zamanlar hocalarla oturmak bile heyecanlandırıyor bizi. Bu beş kişilik grupta ortak olan tek duygu belki umutsuzluk ve karamsarlıktı. Aydın Hoca, okulun birinci sınıf talebeleri olarak bize dedi ki: “bakın gençler gösterilen hiçbir emek ve gayret boşa gitmez. Hele ki siz bu şartlar altında ilim için gayret ediyorsunuz emin olun hepiniz çok iyi yerlere geleceksiniz ve korkmayın asla aç kalmayacaksınız.” Dediği gibi de oldu o beş kişiden üçü doçent oldu sonradan. Devam eden yıllarda kütüphanede çok vakit geçirdim. O dönem okuduğum kitaplardan biri beni acayip bir yerden yakalamıştı: Ya Tahammül Ya Sefer. Mustafa Kutlu’nun kaleminden hayat bulan bu hikâye aslında beni, bizi anlatıyordu. Bizler Anadolu’dan büyükşehirlere göç eden ve buralarda tutunmaya çalışan ailelerin çocuklarıydık. İkinci kuşak. Ve birinci kuşak çok yoksulluk çekerek büyümüş bize nispeten o yokluğu göstermemeye çalışmıştı. Bizleri okutmak ve okuyan nesillerle beraber horlandıkları bu şehir hayatında kendi değerleriyle var olabildikleri bir hayat düzenini tesis etmek istiyorlardı. Bu ilk kuşak hikâyede “Kunduracı Kerim Usta” ile hayat buluyor ve aslında onunla başlıyordu kitap. Memleketinden gelmiş dernekten abileri sayesinde bir kundura ustasının yanına verilmiş bu “cahil” adam dernekte hizmet ediyor hatta okumuş adamların içinde bulunmaktan çok mutlu oluyordu. Kunduracı Kerim Usta daha çırakken takıldığı derneğe gelip giden bu üniversite öğrencisi çocukları birer kahraman olarak görüyordu. Dava bu adamların sırtında yükselecekti. Bu adamlar memleketi değiştireceklerdi. Ve bu hikâyenin bir parçası olmak, çay getirerek de yerleri süpürerek de olsa parçası olmak, Kerim’i çok mutlu ediyordu. Bir kutsalı vardı. Kendi durumuyla barışıktı. Kerim kendi durumunu biliyor ve bu durumda elinden gelenin en fazlasını yapmaya çalışıyordu. Derneği bekliyor, çay demliyor orada oluyordu. Öyle ki kapının ucuna oturuyordu. Ortamı bozmamak ve belki haddi aşmamak adına. Gece, gündüz emre amadeydi Kerim: -Kerim -Buyur Murat abi ! Güzel de gitti her şey başlarda. Fakülteler bitirildi okullar okundu. Mezun olup giden talebeler başarılı oldu. İş sahibi oldular. Dernekte konferanslar, seminerler geceler düzenlendi. Dergi çıkarıldı yıllarca. Bu devran böyle baya sürdükten sonra rüzgâr kesildi. Derneğe gelen çocuklardan Erzurumlu Yunus ve Ayhan siyasete atıldı. Yunus kesmem dediği sakalını kesti. Olmam dediği siyasetçilerden oldu. Aksekili Asım Bey profesör olmuştu. Neslihan ve Fetanet hanımlarla evlenmişler. Eşraftan ailelerle dünür olmuşlar ve hayatları oldukça başkalaşmıştı. Sadece maddesel anlamda değil manen de dernekteki hallerinden eser kalmamıştı. Daha frapan ve dünyevi bir yaşam tarzı içerisinde sıradanlaşmışlardı. Başlangıçta değiştirmek istedikleri yerleşik anlayışın bir parçası olup dönemin elitlerinden kabul görünce dava unutulmuştu. Asım Bey’in oğlu İlhan babalarının hayatını sorguluyordu. İlhan’ın sorgulamaları ve gösterdiği ilkesel duruş babasını bir iç hesaplaşmaya götürüyordu. Murat Bey yayınevi açmış ve hakkını yemeyelim davanın değerlerinden kopmamak adına en çok o mücadele etmişti. Yalnız kaldı ve yenildi. Kelimenin tam anlamıyla yenilmişti. Yine de müflis bir tüccar ve mağlup bir komutan gibi davranmak zoruna gidiyordu. Yenilgiyi kabul etmeyerek basmaya mecbur kaldığı yemek kitabını dahi davadan temellendirmeye çabalarken komik duruma düşüyordu. Diğer arkadaşlarının aklında hep bir Murat mahçubiyeti vardı. Davaya en büyük sadakati gösteren ve direnen bu adam yalnız bırakılmıştı. Nihayet mağlubiyetin bir sebebi de yanında olmayan arkadaşlarıydı. En erken Murat Bey vefat ediyor ve Kunduracı Kerim Usta mezar başında gözyaşı döküyordu. Peki tüm bu hikâyede bir köşede saklı kalan Kerim ne olmuştu. Kerim neyi temsil ediyordu. Ben size söyleyeyim: bu hikâyede Kerim herkesin vicdanını temsil ediyordu. Herkesin döneceği merkezi temsil ediyordu. Kerim, derneğe ve davaya yürekten, samimiyetle ve hiçbir beklenti olmadan bağlanmaktı. Kerim’in elleri kir pas içindeydi. Arada çivi batıyordu. Baya temizleniyordu akşam toplantılara gelmeden evvel. Uçta, kenarda oturuyordu Kerim. Sonradan büyük adam olan bu abilerinden bazıları da dudak büküyordu Kerim’e. Bunlara rağmen Kerim derneğin ortasındaki çınar ağacı gibi durdu orada. Kitaplar, artık çıkmayan dergiler tozlandı ama Kerim oradaydı. Kapı kilitli kaldı. Aylarca yıllarca gelip giden olmadı. Ama Kerim, ustası ölünceye kadar bekledi. Medresenin karşısındaki bu dükkândan ayrılamadı bir yere. Bırakıp gidemedi bu davayı. Babamı pandemide kaybettik. Memlekette bir zeytin ağacının gölgesine sırladık. Kunduracı Kerim Usta da sırlanmıştır elbet bir yerlerde. Bu hikâyede Kunduracı Kerim Usta’nın temsil ettiği değerleri insanlara hatırlatmak için şiir yazıyorum yıllardır. En çok da kendime hatırlatmak için. Dernek, oradaki çay ocağı, yakılan cigaralar, edilen muhabbetler, okunan kitaplar, çıkarılan dergilerin heyecanı... Hayatta varılacak hiçbir yer, o dernek kadar güzel değil. Zor olan o dernekleri bir daha kurmak değil, çok daha iyileri kuruldu. Ama Kerim Usta bulabilir miyiz bir daha? O samimiyeti, o bağlılığı? “Toparlanın gitmiyoruz !” * *İsmet Özel, Of Not Bein A Jew. *İsmet Özel, Gerçek Hayat dergisi.