Arap edebiyatı menşeli bir aşk hikâyesi olarak ortaya çıksa da farklı şairlerin kalemlerinde mistik bir anlatıma dönüşen Leylâ ile Mecnûn’un hikâyesi, hem İslam dünyasının hem de Türk-İslam tarihinin ortak hafızasında önemli bir yer teşkil ediyor. Modern zamanlarda bile türlü türlü versiyonlarla karşımıza çıkan hikâye; Arap, Fars, Türk ve Urdu gibi farklı dillerde sürekli olarak yazılmış ve anlatılmış. Geçtiğimiz günlerde bu efsanevi aşk hikâyesine kaynaklık eden yazmaların bir kısmı, Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi ev sahipliğinde, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı tarafından görücüye açıldı. “Leylâ vü Mecnûn Mesnevileri” yazma eser sergisinde Arap, Fars ve Türk edebiyatından 13 şairin 23 eseri yer alıyor. Bugüne sadece tek nüshası ulaşan bir eserin de arasında bulunduğu kitapların 4’ünde minyatür görselleri de bulunuyor. Sergide güncel bir nüsha olarak bir de TYEK tarafından neşredilen bir başka Leylâ ile Mecnûn hikâyesi, Muîdî’nin Aşk-efza adlı mesnevisi de yer alıyor. Geçtiğimiz aylarda Prof. Dr. Mehmet Fatih Köksal tarafından okuyucuya sunulan çalışma, tezkirelerde kendisinden övgüyle bahsedilen ve kaynaklarda hamse sahibi olduğu söylenen 16. asır şairlerinden Kalkandelenli Muîdî’ye ait. Mesnevi bütünüyle meçhulken Köksal’ın keşfi sayesinde bilim dünyasına duyuruldu. Köksal, 2757 beyitten oluşan Aşk-efzâ eserini geniş bir incelemeyle birlikte neşre hazırladı. Almanya’daki Dresden Teknik Üniversitesi’nde Türkçe yazmaları tararken Muîdî’nin bir eserini gördüğünü ve incelediğini anlatan Köksal, “Böyle bir eserinden haberim yoktu. Hatta Leylâ ile Mecnûn mesnevilerinde de bahsedilmemişti. Acaba yanlış mı girildi diye metni inceledim. Birkaç yerde Muîdî mahlası da geçince Muîdî olduğuna kanaat getirdim ve işin üzerine gittim” diyor.
Esere nazire diyemeyiz
Eserin bir “nazire” olduğu belirtilse de kime nazire olduğu bilinmiyor. Fuzûlî’nin Leylâ ile Mecnûn’u ile konularının benzeştiğini ancak Fuzûlî’nin Nizâmî-i Gencevî’yi esas aldığını anlatan Köksal, “Fuzûlî, bu çok bilindik Leylâ ile Mecnûn hikâyesini anlatırken yer yer Nizâmî’den ayrılarak Hâtifî’den de yararlanmıştır. Ama benim tespitine göre yüzde seksen Nizâmî’yi esas alır. Muîdî ise tamamıyla Hâtifî’yi kendisine model almış” diye anlatıyor. Hâtifî ile Muîdî’nin eserlerini mukayese edip karşılaştırdığından bahseden Köksal, “Muîdî, yer yer Hâtifî’nin az anlattığı bölümleri genişletmiş. Bazen de Hâtifî’de daha detaylı anlatılan kısımları daraltmış, özetlemiş. Kendisi yeni küçük sahneler de eklemiş ve bazı yer adlarını değiştirmiş. Bir başka nokta da bilirsiniz, mesnevilerin bazen sebebi telif bazen de hatime bölümünde bir takım bilgiler verirler. Eserinin birine nazire olarak yazılmışsa bu bilgi burada yer alır. Ancak Muîdî böyle bir bilgi de vermiyor. Ama asıl değişiklik kullandığı kalıp… Hâtifî’den farklı bir aruz kalıbında eseri kaleme almış. İşte o yüzden ben nazire diyemiyorum bu esere. Bu farklı bir eser” açıklamasını yapıyor. Bir başka önemli nokta ise Hâtifî’nin eseri baştan sonra mesnevi yazım şeklinde iken Muîdî’nin eserinde on tane gazel ve bir tane kıta yer alıyor. Eserin diğer Leylâ vü Mecnûn mesnevilerinde görülmemiş önemli bir özelliği olduğuna dikkat çeken Köksal, “Diğer Leylâ vü Mecnûn’larda olmayan bir başka husus da şair burada Leylâ’yı da şair olarak gösteriyor. Fuzûlî’de de Leylâ şiir okur ama onu okuyan Fuzûlî’dir aslında. Kendisinin okuduğunu belli eder. Oysa burada doğrudan doğruya Leylâ’yı şair olarak söylüyor” ifadesinde bulunuyor.
Pargalı İbrahim’e ithaf ediliyor
Eserin yazılış tarihi ile ilgili de bir bilginin olmadığından bahseden Köksal, bu tarihi sebebi telif bölümündeki bazı küçük ipuçlarından tayin edebildiklerini anlatıyor: “Muîdî’ye eser teklifi bir bahar günü dolaşırken yanına bir üstadın gelmesi ve ona ‘Sen yeni bir Leylâ ile Mecnûn hikâyesi yaz. Eskilerin tadı tuzu kalmadı, bu bahçeyi bir yenile’ demesiyle gerçekleşiyor. Teklifi kabul edip eseri yazsa da çok üzerinde durmuyor. Bu kez ‘bir kutlu padişahın döneminde’ yani Kanuni Sultan Süleyman döneminde kendisine bir gizli bir ses geliyor ve ona aynı şeyi tekrar teklif ettiğini söylüyor. Böylece kısa zamanda eseri temize çekip Pargalı İbrahim’e ithaf ediyor. Dolayısıyla Kanuni’nin 1520 yılında tahta çıktığını ve Pargalı İbrahim’in 1523 yılında sadrazamlık görevine geldiğini göz önünde bulundurarak bu eserin Kanuni’nin ilk saltanat yıllarında yazılmış olacağını düşünüyoruz.”
Hamse sahibi bir şair
Muîdî’nin kaynaklarda hamse sahibi bir şair olarak bilindiğini aktaran Köksal, “Miftâhu’t-teşbîh’ten bahsetmiştim. Şem’ü Pervâne mesnevisi var. Gül ü Nevrûz eseri de kaynaklarda geçiyor ama nüshası bulunmuyordu. Bu hamseyi tamamlayan eserlerden biri de divanı Aşk-efzâ olmuş oldu” diyor. Muîdî’nin Gül ü Nevrûz ve Leylâ vü Mecnûn Aşk-efzâ eserlerinin her ikisi de birer nüsha olarak elde bulunduğunu ifade eden Köksal, “Ve maalesef her iki nüshada eksiklikler var. Aşk-efzâ’daki eksik 3 yaprak civarında. Kendisi beyit sayısı vermese de biz bu durumu akıştan anlayabiliyoruz. Ama Gül ü Nevrûz’un neredeyse üçte biri eksik” açıklamasını yapıyor. Şairin ele geçmemiş bir başka eseri de kaynaklarda geçen Vâmık u Azrâ.
Kendisinden değil eserlerinden bahsediyor
Kuzey Makadonya’da bulunan Üsküp’ün şimdiki adı Tetova, o zamanki adıyla Kalkandelenli bir şair Muîdî. Şairin biyografisi ile ilgilenirken gözden kaçırdığı bir detayı anlatan Köksal, Kınalızade Tezkiresi’ndeki bir ifadeyi bizimle paylaşıyor: “Kendisi hakkında ‘O, kalkanı delecek bir ifade gücüne sahip kimseyken memleketinin de Kalkandelen olması ilginç bir tesadüftür’ denilmiş. Çünkü o aynı zamanda cevap, okçu, tirkeş, ok atıcıymış.” Şairin doğum, eğitim hatta ölüm safhalarına dair bilgimiz yok. Hatta asıl adı bilinmiyor. Muîdî adını niye aldığına dair tezkirelerdeki farklı görüşleri Köksal şöyle sıralıyor: “Bir görüşe göre kendisi Zembilli Ali Efendi’nin şeyhülislam muidi olduğu için bu mahlası alıyor. Bir başka görüşe göreyse babasının ‘muid’ olduğu söyleniyor. Bir de babasının ‘muidzade’ olduğu görüşü var. Aslına bakarsanız metinlerinde kendisine dair verdiği bilgiler yok denecek kadar az. Eserlerinden, divanından bahsediyor. Oysa kendisi birden fazla divan ortaya koyan şairlerimizden birisi. Edebiyatımızda böyle şairlerin sayısı sınırlıdır. Hatta Leylâ vü Mecnûn’un da ‘2-3 divanımız var’ gibi bir ifade geçiyor. Buradan da anlıyoruz ki 3. divanı eserin yazıldığında henüz tamamlamamış.”