Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, kişisel internet sitesinde, "Batı Afrika'ya ne yaptı?" başlıklı yazısını yayımladı.
Afrika kıtası, dini metinlerde açıkça söylenmese bile ilk insanın dünyaya geldiği yer olabilir. İlk insanın zenci olduğu ise zaten bir genetik zorunluluktur. Zira aslımız zenci olmasa bu baskın gen bir beyazdan sadır olamazdı ki… Neyse ben ukalalık etmeyeyim ve sadece kendi bildiğimi sandıklarımı size aktarayım. İster okur, inanır, ister unutursunuz. Ama sakın kızmayın, canınızı sıkmayın; bu istemediğim bir şey olur.
Müslümanlar bilhassa Araplar, Afrika ile ticaret yaparken yaşayışları ile oralarda benimsendiler ve etraflarında Müslüman topluluklar oluştu. Sanırsam bu benzer şekilde dünyanın birçok yöresinde bu şekilde cereyan etti; bilhassa Pasifik kıyıları, Malezya, Endonezya için geçerli oldu. Daha sonraki yüzyıllarda ise İpek Yolu ticaretinin Batılıların eline geçmesiyle Hristiyan misyonerlerin önü açıldı. Ama bu misyonerlerin eşlik ettikleri Batılı tacirlerin pek hümanist ve örnek bir davranış sergiledikleri söylenemez, zira artık sömürgecilik olmuştu geçerli politika! Rönesans sonrası Avrupa düşüncesinin Hristiyanlıktan kopması sonucunda Batılı olmak artık inançtan soyutlanmış, izlenen yol Merkantalizm ve sonrasında Kapitalizm ve tabii ki karşıtı Komünizm ideolojisine sarılmak olmuştu. Bence bunlar tanrısız, materyalist dinlerdi. Hal böyle olunca da Batının Afrika ve Doğuya ithali ancak sosyal ve kültürel anlayış olarak sunulmuş; halkların kendilerini idare şeklini seçmek hakkı veya özgürlüğü olarak lanse edilen demokrasi olmuştu. Bu ise halkları yerine göre sahipsiz, şaşkın ve kaos içinde bırakmıştı ve fakirleşmişlerdi. Sosyal hayata yansıması ise giyim, kuşam ve adabı muaşeret, sanat bilhassa müzik ve edebiyatta olmuştu.
Bugün Neyi Konuşuyoruz?
Kenya, Güney Afrika, Ruanda, Gana ve Mauritius gibi ülkeler küresel yatırımcılar için cazibe merkezleri. Güney Afrika borsası, Nijerya bankacılık sektörü, Ruanda’nın teknoloji atılımları, Etiyopya’nın 5G projeleri, Kenya’nın finansal teknolojileri bunlara örnek gösteriliyor. Afrika’da dikkate değer bir dönüşüm yaşanıyor. Artan orta sınıf, sömürge karşıtı liderler, okuryazarlığın yükselmesi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler Afrika’nın içinde bulunduğu gerçekliği değiştiriyor.
Türkiye ve Afrika İlişkileri
Türkiye, Afrika genelinde farklı kurum ve kuruluşlarıyla faaliyet gösteriyor. TİKA, Yunus Emre Enstitüsü, Maarif Vakfı, Anadolu Ajansı ve Türk Hava Yolları bunlardan bazıları. Afrika açılım politikamız 2013’te “Afrika Ortaklık Politikası”na dönüştü. Cumhurbaşkanı ve bakan düzeyindeki ziyaretler, Türkiye Afrika Ortaklık Zirveleri ile ilişkiler güçlendi. 2009’da Abidjan Büyükelçiliği açıldı. 2015-2016’da karşılıklı resmi ziyaretler yapıldı, 20’ye yakın anlaşma imzalandı. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti olarak Afrika ülkelerinde 44 adet misyonumuz var. 62.480den fazla Afrikalı genç ülkemizde eğitim görüyor.
Bugün Nijerya, Lagos fabrikamız büyük bir üretim üssü, Güney Afrika, Nijerya, Gana, Liberya, Morityus, Tanzanya, Kenya, Fildişi Sahili, Somali, Mozambik, Zambiya, Gabon, Senegal, Moritanya, Gine, Çad, Gambiya, Ruanda, Libya, Mısırihraç ürünlerimizin varış noktaları, hatta Senegal’de BİSKREM yerli addediliyor.
Bir Türk yetkilinin anlattığına göre, kıtada Cumhurbaşkanımıza ve Türkiye’ye gerçekten büyük bir teveccüh varmış. “Türk” dediğinizde size üç şey söylüyorlarmış: Recep Tayyip Erdoğan, Galatasaray ve Drogba.
Türk Firmalarında Çalışmak için Türkçe Öğrenenler Var! Felix Houphouët-Boigny Üniversitesi’nde görev yapan bir Türkçe öğretmeni şöyle diyor: “Karadeniz Teknik Üniversitesi mezunuyum. 2021’de buraya geldim. Üniversitede ve okullarımızda Türkçe dersi veriyoruz. Öğrenciler genelde Türk firmalarında çalışmak için Türkçe öğrenmek istiyor.”
Kendimize sormamız gereken soru nedir?
Türk firmaları olarak biz, Afrika’daki fırsatı görebiliyor ve üzerimize düşeni yapıyor muyuz?
Kıtanın büyük bir potansiyeli var, neler olacak; bekleyip göreceğiz diyeceğimi düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Biz de bu potansiyeli değerlendirmek ve kıtanın gelişimine katkı sağlamak için paydaşlarımızla birlikte çeşitli projeleri hayata geçiriyoruz. Coğrafyayı bilen, kültürü tanıyan insanlar bu işlerimize büyük değer katıyorlar. Kante Djeneba hanım, bizim Fildişi şirketimizin lideri, birlikte güzel işler yapıyoruz. Kıtadaki projelerimizi çeşitlendirmeye ve yatırımlarımızı güçlendirmeye kararlılıkla devam edeceğiz.
“Beyond Cocoa” yani Kakao Ötesi projemiz kapsamında, 2021 yılında Ülker Bisküvi bünyesine katılan Önem Gıda ve Fildişi Sahili merkezli ihracat şirketimizle birlikte, tüm kakao ve çikolata ürünlerimizin tedarikini çevresel ve sosyal açıdan sürdürülebilir şekilde yönetmek için çalışıyoruz. Bu çabalarımız, 2022’de Sürdürülebilir İş Ödülleri’nde “İş Birliği ve STK” kategorisinde ödülle takdir edildi.
2018’den bu yana Earthworm Vakfı ile yürüttüğümüz iş birliği sayesinde, Afrika’da tedarikçilerimiz ve kooperatiflerimizle sahada denetimler gerçekleştiriyoruz. Ormansızlaştırmanın önlenmesi, tarımsal ormancılık uygulamalarının yaygınlaştırılması, verimli üretim, doğru gübreleme ve ilaçlama yöntemleri ile çocuk işçiliğinin engellenmesi konularında eğitimler veriyoruz. Ayrıca ürünlerimizin ham maddelerini işleyen Önem Gıda Karaman ve Silivri fabrikalarımız 2022 yılından bu yana “Fair Trade” sertifikasına sahip.
Sosyal sorumluluk çalışmalarımız kapsamında çocuk işçiliğine karşı farkındalık eğitimleri düzenledik, okul yenilemeleri gerçekleştirdik. Bunun yanı sıra, kakao alımı yaptığımız bölgelerde kadın çiftçilere ve onların çocuklarına mobil sağlık hizmeti sunduk. Uzun vadede gençlerin ve kadınların güçlenmesini desteklemek, tarımsal ormancılığı yaygınlaştırmak, iklim dostu üretimi teşvik etmek ve sorumlu tedarik uygulamalarını hayata geçirmek öncelikli hedeflerimiz arasında yer alıyor.
Çalışmalarımızın detaylarını ve geçmiş raporlarımızı https://www.pladisglobal.com/our-impact linki üzerinden takip edebilirsiniz.
Afrika’nın dününü, bugününü ve geleceğini anlatırken hep sahadaki gerçeklere, tarihin bıraktığı tortulara ve bugünkü dönüşüm çabalarına odaklandım. Bunun yanında, meselenin bilimsel ve düşünsel bir çerçeveye oturtulmasının da sorunların çözümünde etkili olacağını düşünüyorum. Bu yüzden tam da bu günlerde yayımlanan çok yeni bir akademik dergiden söz etmek yerinde olacak. Derginin adı “Turkish Journal of International Development (TUJID) – Türk Uluslararası Kalkınma Dergisi”. İlk sayısı Temmuz 2025’te çıkan dergi, uluslararası kalkınma tartışmalarına Türkiye’nin bakışını, farklı coğrafyalardaki deneyimlerle birleştiren özgün bir platform.
Dergi kendini, Batı merkezli kalkınma paradigmasının sınırlarına ulaşmış olduğu bir dönemde, yeni aktörlerin ve yeni anlatıların ses bulduğu bir alan olarak tanımlıyor. Küresel eşitsizliklerin, çevresel krizlerin ve jeopolitik kırılmaların yoğunlaştığı günümüzde, TUJID bu meseleleri Türkiye’nin tecrübeleri üzerinden yeniden düşünmek için oldukça faydalı bir zemin oluşturmuş. Başta Afrika Vakfı olmak üzere, yayında emeği geçen herkesi tebrik ediyorum ve dergide yayımlanan iki makaleyi sizinle paylaşmak istiyorum.
The Ecological Impact of Turkish Official Development Assistance in Africa – Türkiye’nin Afrika’daki Resmî Kalkınma Yardımlarının Ekolojik Etkisi
Ergün Aktürk ve Sena Gültekin imzalı makale, Türkiye’nin Afrika’daki resmi kalkınma yardımlarının ekolojik boyutunu mercek altına alıyor. Şimdiye kadar kalkınma yardımları çoğunlukla ekonomik veya insani yönleriyle konuşulmuştu, burada sorulan soru ise farklı: Türkiye’nin projeleri doğayı nasıl etkiliyor?
Makale, Afrika’da yürütülen projelerin yalnızca altyapı ve sosyal hizmet üretmekle kalmadığını, aynı zamanda doğal kaynak kullanımı, tarımsal yöntemler ve enerji tüketimi üzerinde de doğrudan sonuçları olduğunu gösteriyor. Ormansızlaşma riski, su kaynaklarının yönetimi ve iklim dostu üretim teknikleri, Türkiye’nin sahadaki projelerinin başarısı için kritik başlıklar olarak öne çıkarılıyor. Yazarlar, özellikle “yardım” söylemi ile ekolojik ayak izi arasındaki gerilime dikkat çekiyor. İyi niyetli projeler, doğru planlama yapılmadığında çevre üzerinde olumsuz sonuçlar yaratabiliyor.
Türkiye’nin kalkınma politikalarında çevresel sürdürülebilirliğin artık vazgeçilmez bir kriter olduğu aşikar. Çevre duyarlılığı ve kalkınma arasındaki dengeyi sağlamak, Türkiye’nin Afrika’daki görünürlüğünün geleceğini de belirleyecek temel meselelerden biri olarak değerlendirilmiş.
Development Cooperation as a Tool of International Engagement: The Distinctive Case of Türkiye – Uluslararası Katılımın Bir Aracı Olarak Kalkınma İşbirliği: Özgün Bir Örnek Olarak Türkiye
Cüneyd Düzyol’un kaleme aldığı bu makale ise kalkınma işbirliğini doğrudan dış politika perspektifinden ele alıyor. Yazar, kalkınma yardımlarını teknik veya insani bir faaliyet olmasının yanı sıra, aynı zamanda bir “uluslararası katılım aracı” olarak konumlandırıyor.
Burada öne çıkan nokta, Türkiye’nin yaklaşımının Batılı ülkelerden belirgin biçimde farklı olması. Batı ülkeleri genellikle normatif çerçevelere, yani demokrasi, piyasa ekonomisi, yönetişim gibi konulara yaslanırken; Türkiye’nin söylemi “eşit ortaklık”, “tarihi ve kültürel bağlar” gibi meseleler üzerine kurulu. Türkiye’nin uluslararası arenada sergilediği sömürgecilik karşıtı güçlü duruşuyla aynı eksende değerlendirebileriz. Bu söylem özellikle Balkanlar, Orta Asya, Afrika ve Orta Doğu’da güçlü bir karşılık buluyor.
Makalede ayrıca Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı’nın (TİKA) rolü ayrıntılı biçimde inceleniyor. Türkiye’nin yardımlarının hızlı, esnek ve çoğu zaman talep odaklı olduğuna vurgu yapılıyor. Bu, yerel yönetimlerde olumlu bir algı yaratıyor; Türkiye’nin “hızla harekete geçen” bir partner olarak görülmesini sağlıyor. Ancak Düzyol aynı zamanda bu modelin risklerine de işaret ediyor: uzun vadeli sürdürülebilirlik, kurumsallaşma ve şeffaflık konularında zorluklar olabileceğini söylüyor.
Türkiye’nin kalkınma işbirliği modeli klasik Batı yaklaşımının karşısında güçlü bir alternatif. Fakat bu alternatifin kalıcı olabilmesinin, kriz zamanlarındaki acil yardımların ötesine geçip kurumsal kapasite, etki ölçümü ve uzun vadeli stratejiyle desteklenmesine bağlı olduğunun da altı çizilmiş.
Afrika’ya gitmenizi, görmenizi ve kültürünü tatmanızı öneririm. Tabii bunların yanında, kıtayı kalkındıracak üretim fırsatlarını keşfetmeyi, kıtanın sesinin doğru şekilde ve doğru platformlarda duyulmasını sağlamayı ve Afrika’yla birlikte üretmeyi, eğer imkanınız var ise sahada emek vermeyi veya verilen emekleri desteklemeyi de ihmal etmeyiniz. Hep söylüyoruz, #mutluetmutluol.
ŞİMDİ MERAKLILAR İÇİN KISACA AFRİKA’NIN DÜNÜ, BUGÜNÜ VE GELECEĞİ
(10 dakikalık okuma)
Antik Mısır ve Kuzey Afrika Uygarlıkları (M.Ö. 3000-M.Ö. 300)
Afrika’nın ilk büyük medeniyetleri, Nil Nehri’nin verimli kıyılarında yükseldi. Antik Mısır, tarıma dayalı ekonomisi, dini ritüellerle şekillenen toplumsal yapısı ve üstün mühendislik başarılarıyla dünyanın en güçlü uygarlıklarından biri haline geldi. Firavunlar, halkın gözünde sadece bir yönetici değil, tanrısal kral olarak kabul gördü. Ölümsüzlüğe ulaşma arzusu, onları devasa yapıları yani piramitleri anıt mezar olarak inşa etmeye yöneltti.
Firavunların sıkı bir merkezi yönetimle kontrol ettiği toplumsal düzen, tarımsal refaha dayanıyordu. Nil’in mevsimsel bolluk dönemleri, Mısır’ın güçlü tarım sistemi sayesinde yerel halkın geçimini sağladı ve ticareti destekledi. Böylece Mısır’ın ekonomik ve sosyal birliğini koruyor, ritüellerle dolu kültürü canlı kalıyordu. Bu durum aynı zamanda Mısır’ın zengin maden kaynakları ve Nil boyunca gelişen ticarete de yansıyordu.
Firavunlar, halklarının refahını yüksek seviyede tutmak ve inançları ışığında tanrılarını memnun etmek için bu zenginliği kullandılar. Nil kıyılarında yükselen kutsal tapınaklar, dönemin mühendislik becerilerini ve Mısır’ın siyasi gücünü yansıtır. Sanırsam Nil havzası asırlar boyu Afrika’nın diğer kısımlarından göç alan farklı ırkların yaşadığı bir bölgeydi. Böylece Mısır dini ve kültürü bölgede etkili oldu.
Ekonomik, idari ve sosyal anlamda güçlü yapısı sayesinde Mısır hanedanı, komşu topraklar üzerinde geniş bir etki alanı kurdu. Libya ve Sudan’a kadar uzanan bu etkisi sonucunda Mısır’ın askeri gücü gelişmişti, Güneydeki Nubia ile kurulan ilişkiler, Mısır’ın altın ihtiyacını karşılamanın ötesine geçecek kültürel bir alışveriş başlattı. Mısır, kuzeydoğuda Hititler gibi güçlü medeniyetlerle de ilişkiler kurdu. Ramses döneminde Hititlerle imzalanan Kadeş Antlaşması, tarihin bilinen en eski barış antlaşmalarından biriydi.
Afrika’nın iç bölgeleri ile yapılan ticaret de büyük önem taşıyordu. Mısır’ın Nubia ile yaptığı ticaret yalnızca altınla sınırlı değildi; fildişi, değerli taşlar ve hatta egzotik hayvanlar da bu ticaretin bir parçasıydı. Nil Nehri üzerinden Afrika’nın içlerine uzanan bu ticaret yolları, Mısır’ın ekonomik gücünü beslerken kültürel etkileşimi artırdı. Mısır’ın altın çağında her alanda kazandığı dayanıklılık ve güç, köklü bir kültür ve inanç sistemi inşa etti. Artık firavun toplumda tanrısal kral olarak kutsanıyorlardı. Halk, firavunu yalnızca bir lider değil, ilahi bir otorite olarak görüyor, hem fiziki hem de ruhani dünyayı yönettiğine inanıyordu. Böyle bir sistem özgün bir din kültürü ve Haman denilen ruhban sınıfla firavuna imanı şart koşuyordu.
Bu dönemin bilimsel ve kültürel etkisi oldukça güçlüydü. Hiyeroglif yazı sistemi, yalnızca dini metinlerde bilgi aktarımı için kullanıldı. Hiyeroglifler, tarihte dilin yazılmasının gelişimine katkı sağlarken, tıp, astronomi ve matematik gibi alanlardaki ilerlemeler diğer uygarlıklar için referans oluşturdu. Bu bilimsel ve kültürel miras, zamanla Akdeniz bölgesindeki diğer topluluklara yayıldı ve kalıcı bir etki yarattı.
Roma ve Erken Hristiyanlık Dönemi (M.Ö. 300-M.S. 700)
Antik dünyanın yükselen gücü Roma İmparatorluğu, Afrika’nın kuzey kıyılarını hem ekonomik hem de stratejik avantajları için topraklarına katmak için harekete geçti. Roma’dan önce, bölgenin en güçlü devleti Kartaca’ydı. M.Ö. 264-146 yılları arasında Roma ve Kartaca arasında gerçekleşen Pön Savaşları (1), Akdeniz’in kontrolü için iki güçlü devletin mücadelesine sahne oldu. Üç büyük savaştan sonra Roma, Kartaca’yı yendi ve bölgeyi kendi kontrolüne aldı. Kartaca’nın yıkılması, Kuzey Afrika’nın Roma İmparatorluğu’nun egemenliğine geçişini hızlandırdı.
Kartaca devrinin sonlanmasının ardından Roma, Kuzey Afrika’yı bir tarım ve ticaret merkezi olarak şekillendirdi. Akdeniz boyunca genişleyen Roma ticaret ağı, tahıl, zeytinyağı ve şarap gibi kaynaklarla besleniyordu. Özellikle tahıl üretimi, Roma’nın şehirlerine kaynak sağlamak ve nüfusu beslemek için oldukça önemliydi. Roma devrinde bu ürünlerin ticareti Akdeniz kıyıları boyunca yaygınlaştı.
Roma İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika üzerindeki hakimiyeti, bölgeyi yalnızca ekonomik olarak güçlendirmekle kalmadı, aynı zamanda kültürü de geliştirdi. Romalılar, Afrika’daki şehirleri kendi mimari tarzlarına göre yeniden inşa etti; amfitiyatrolar, hamamlar ve tapınaklarla süsledikleri bu şehirler, artık Roma’nın gücünü ve ihtişamını yansıtan birer vitrindi. Kartaca, Roma’nın Afrika’daki en önemli merkezlerinden biri olarak yeniden inşa edilip büyürken, hem Akdeniz ticaretinde bir düğüm noktası hem de Afrika kıtasında Romalı yaşam tarzının bir simgesi oldu.
Roma döneminin sonuna doğru Hristiyanlık dini, Kuzey Afrika’da yayılmış ve bölgenin toplumsal dokusu değişmişti. Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nun resmi dini haline gelmesiyle, Afrika’da güçlü bir Hristiyan cemaati doğdu. Ancak Hristiyanlık, Kuzey Afrika’da toplumsal birlik getirmekten çok, mezhepsel ayrışmalara yol açarak yerel topluluklar arasında derin çatışmalara neden oldu. Donatizm gibi mezhepler, Roma’nın dayattığı dini yapıya karşı çıkarak, Afrika’da Hristiyanlık içinde çeşitli görüş ayrılıklarının doğmasına sebep oldu. Roma, bu dini anlaşmazlıkları bastırmak için yerel yöneticileri görevlendirip baskı uygulasa da Kuzey Afrika’nın sosyal ve dini yapısı zaman içinde karmaşık bir hale geldi.
Roma İmparatorluğu zayıfladığında Kuzey Afrika üzerindeki hâkimiyeti de azalmıştı. Ekonomik sıkıntılar, askeri güç kaybı ve Batı Roma’nın gerileyen nüfuzu, bölgenin savunmasız kalmasına yol açtı. M.S. 430’larda, Germen kavimlerinden olan Vandallar, Kuzey Afrika’ya yöneldi. Askeri gücü giderek azalan Roma, Vandalların akınlarına karşı koyamayarak Kartaca’yı kaybetti ve bu Roma İmparatorluğu’nun bölgede kurduğu düzeni temelden sarstı. Vandalların hâkimiyeti, Kuzey Afrika’da uzun yıllar boyunca inşa edilen Roma etkisini büyük ölçüde sildi.
Vandalların Kuzey Afrika’ya yerleşmesi, bölgenin sosyo-ekonomik yapısını derinden etkilediği gibi, Afrika’nın Avrupa ve Akdeniz dünyasıyla ilişkilerinde yeni bir dönem başlattı. Vandal Krallığı, Akdeniz’deki güç dengesini kendi lehine değiştirdi. Vandal denizcileri, Akdeniz’de geniş bir ticaret ağı kurarak Roma’nın ticaret yollarını kesintiye uğratmaya ve krallıklarını ekonomik olarak güçlendirmeye çalıştılar.
Vandalların dini inançları bölgede Hristiyanlık dini üzerinde etkili oldu. Aryan Hristiyanlığını (2) benimsemiş olan Vandallar, Roma zamanında Kuzey Afrika’da yaygınlaşan Katolik Hristiyanlık inancını baskı altına aldı.
Roma’nın Kuzey Afrika’daki izleri bugün bile tamamen yok olmadı. Latin dili, Roma hukuku ve mimarisi, Vandalların yönetiminde bile yerel halk kültüründe varlığını sürdürdü. Roma’dan kalan altyapı, tapınaklar, hamamlar ve tiyatrolar varlığını sürdürdü. Kuzey Afrika’daki Hristiyan cemaatler, St. Augustine gibi azizlerin izini sürmeye devam etti. Roma İmparatorluğu’nun ardından Afrika’da yeni bir dönem başlıyordu. Zenginlik ve istikrar artık yoktu.
İslam ve Arap Fetihleri (700-1500)
Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Afrika, siyasi ve ekonomik istikrarını kaybetti. Bu gelişme ile birlikte yeni bir güç haline gelen Arapların bölgeye olan ilgisi arttı. Emevi ve Abbasi halifelikleri, İslam’ın yayılması ve Arap dünyasının genişlemesi için Kuzey Afrika’yı stratejik bir hedef olarak gördü. 7. yüzyılın ortalarında, Müslüman Araplar Mısır’ı fethederek Kuzey Afrika boyunca ilerlemeye başladı ve bölgenin toplumsal yapısını, dini inançlarını ve kültürel dokusunu köklü bir şekilde değiştirdi.
Arap fetihleriyle birlikte İslam, Mısır ve Nil Vadisi üzerinden Kuzey Afrika’nın geniş topraklarına yayıldı. Bölgenin zenginlikleri Arap şehirlerini ve yönetimlerini besledi, deniyor kitapta ama biliyoruz ki hakikat Kahire bile Arapça bir isimdir ve Araplar öncesinde bu şehrin adı bile anılmazdı; keza Mısır diye bir ülkeden de bahis yoktu…
İslam, yerel topluluklara yeni bir din ve kültürel kimlik sunuyordu. Bu da aynı inancı paylaşan Araplarla yerli halklar arasında bir bütünleşme süreci başlattı. İslam ile eski düzen arasında bir çatışma vardı. Bu süreçte İslam Afrika’nın ücra köşelerine kadar kolayca yayıldı.
Sahra Çölü boyunca uzanan ticaret yolları aracılığıyla Araplar, Batı Afrika’daki değerli kaynakları kendi ticaret ağlarına dahil ettiler. Mali İmparatorluğu gibi güçlü devletler İslam’ı kabul edince daha da güçlendi. Mansa Musa gibi Müslüman liderler, zenginliği ile tüm dünyada nam saldı.
Doğu Afrika kıyılarında ise, Arapların etkisiyle yeni şehir devletleri ortaya çıktı. Zanzibar ve Kilwa gibi liman kentleri, Arap tüccarlar için köle ve baharat ticaretinin merkezleri haline geldi. Köleler, o günün hakim devletlerinin dünyasında iş gücü olarak kullanılmak üzere Afrika’nın iç bölgelerinden toplanıyordu. Bu köle ticareti, sadece Afrika’nın sosyal yapısında derin yaralar açmakla kalmıyor, aynı zamanda yerel toplulukları zorla göç ettiren, ekonomik bağımlılığa sürükleyen ve sosyal düzeni yıkan bir “sistem” haline getiriyordu. Köle ticareti, Afrika’nın iç bölgelerinde nüfus kaybı ile birlikte üretimin neredeyse durma noktasına gelmesine ve toplumsal bağların zayıflamasına neden oldu.
İslam’ın ve Arap etkisinin Afrika’da köklü bir miras bırakmasına rağmen; İslam dinine uygun olmayan uygulamalarla Afrika ekonomik bağımlılık, sosyal baskılar ve kültürel asimilasyon gibi büyük sorunlarla karşı karşıya kaldı. Kıta İslam dünyası için bir servet kaynağına dönüşmüştü, ancak kıtada yerliler kendi zenginliklerini kendi yararlarına kullanma özgürlüğünü kaybetmişti.
Avrupalı Keşifler ve Köle Ticareti (1500-1800)
15.yüzyılın sonlarına doğru Avrupalı güçlerin Afrika’ya ve kaynaklarına olan ilgisi hızla artmaya başladı. Amerika kıtasının fethedilmesiyle artan iş gücü ihtiyacı, yeni kaynak arayışını zorunlu kılıyordu.Portekizliler, Yeni Çağ’da Afrika’nın batı kıyılarına ilk ulaşan Avrupalılar olarak burada çeşitli ticaret merkezleri kurarak kıtanın kaynaklarını kendi ekonomilerine entegre ettiler. Altın, fildişi ve özellikle de köle ticareti, Portekizlilerin Afrika ile olan ilişkilerinin temelini oluşturuyordu. Ardından Hollandalılar, İngilizler ve Fransızlar da kıtanın zenginliklerinden faydalanmak için Afrika kıyılarına yerleşmeye başladılar.
Bu ilgi arttıkça, kıta yeni bir sömürü düzenine sürüklendi. “Orta Geçit (Middle Passage)” olarak geçen bu zorla göç ettirme süreci, tarihin sayfalarında insanlık tarihinin en acımasız olaylarından biri olarak anılır. Köleler, hijyenik olmayan, hiçbir güvenliği bulunmayan gemilerde ağır şartlar altında haftalarca süren yolculuklara dayanmak zorundaydı. Çoğu bu yolculuk sırasında hayatını kaybederken, hayatta kalanlar ise Amerikan kolonilerinde insanlık dışı şartlarda çalıştırılıyordu (3).
Köle ticaretinin Afrika toplulukları üzerindeki etkisi son derece yıkıcıydı. Batı Afrika’daki Benin ve Ashanti gibi krallıklar, köle ticaretine dahil olarak ekonomik kazanç sağlıyordu. Bu yerel krallıklar, kendi güçlerini koruyabilmek ve askeri avantajlarını artırabilmek için Avrupalılarla iş birliği yaparak rakip kabileleri köle olarak satmaya başladılar. Para için kendi halkını satma hatasına düşenler, zaman içerisinde köle ticaretine bağımlı hale gelerek; “köle ticaretinin kölesi” haline geldiler. İşin sosyal boyutu da bir o kadar yıkıcı ve dramatikti. İç bölgelerdeki kabileler köle avcılarının baskınına uğrayarak savunmasız hale gelirken, kendi güvenliklerini sağlamak için kaynak elde etmek amacıyla ya da zenginlik hırsı ile başka kabileleri köle olarak satan topluluklar arasında iç savaş ve güvensizlik ortamı doğdu. Orta Geçit’in yarattığı bu toplumsal travma, yalnızca dönemin değil; aynı zamanda kıtanın kültürel bütünlüğünü zedeleyerek Afrika’da kalıcı bir sosyal yara haline geldi. Kıtadaki bağımsızlık hareketleri köreldi. Çünkü yerel direnişçilerin giderek azalan kısıtlı kaynakları, Avrupalıların gelişmiş askeri gücü ile mücadele etmeye yeterli değildi.
Düşünsenize bir korku filmi gibi! Siz ailenizle köyünüzde barış içinde yaşarken birdenbire haydutlar basıp bazılarınızı zorla alıp götürüyorlar. Gidenlerden bir daha hiç haber alınamıyor; sanki ölmüşler. Halbuki müebbeten çalışmaya mahkum olmuşlar, bir angarya için. Kalanlar ise ya babasız ya çocuksuz artık ürkek, korkak yaşayan acizler zira işe yarayanlar çalınmış. Şimdi düşünün kalanların durumunu: Artık aile bağları, gelecek planları, üretim ve inşa faaliyetleri durmuştur. Kimse kimseyle dost değildir, çünkü artık insanlar birbirlerini yakalayıp satmaktalar…
Cinnet bu!
Ben şimdi anladım, Afrika halkının kölelik kalktıktan sonra bugün bile miskin, umutsuz, hedefsiz, hırsı olmayan insanlarını.
Köle ticareti nihayet sona erdiğinde, sorun çoktan toplumu oluşturan tüm yapılara nüfuz etmiş, onarılamayacak yaralar bırakmıştı. Her yerel liderin kendisini ve kabilesini koruyabilmek adına bir diğerine ihanet etmek zorunda kaldığı bu dönem, Afrika toplumlarının bir arada yaşayabilmek yeteneğini elinden aldı.
Afrika nefes alamıyordu. Bu da yetmezmiş gibi, köle ticaretinin sona ermesiyle Avrupalıların kıta üzerindeki etkisi daha artmıştı. Köle ticareti kıtanın geleceğini yok etse bile, en azından belirli bir kaynak girdisi yani nakit sağlıyordu. Üretim kapasite ve kabiliyeti yok edilmiş Afrika, artık kendi başına ayakta kalamazdı. Avrupa bu dönemde, kıta üzerindeki ekonomik ve politik kontrolünü pekiştirdi. Avrupalı güçler Afrika’nın değerli kaynaklarına odaklanarak, bu kaynakları kalıcı olarak ele geçirmeye yöneldi. Yer altı zenginlikleri ve doğal kaynaklar, kıtada kurulmak istenen uzun dönemli sömürge düzeninin birinci hedefiydi. 1760 yılında başlayan Sanayi Devrimi, kaynağa açtı. Afrika ise bu açlığı doyurmak için ucuz bir fırsattı.
Sömürgecilik ve Yeni Sömürge Düzeni (1800-1945)
15. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa’nın Afrika üzerindeki ilgisi, kıtanın stratejik konumu ve doğal kaynakları nedeniyle yeni bir boyut kazandı. Bu dönemde Avrupalı devletler, Afrika’nın zengin kaynaklarına ve tüketim potansiyeline sahip olabilmek için kıtada “kalıcı” bir hakimiyet kurmaya yöneldiler.
Sömürge yönetimleri, Afrika’daki yerel toplumların sosyal ve ekonomik yapısını kökten ve sistematik olarak değiştirerek kıtanın ekonomisini Avrupa’nın ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirdi. Tarımsal üretim, yerel halkın geçim kaynağı olmaktan çıkıp Avrupa sanayisini besleyecek şekilde düzenlendi. Pamuk, kahve, kakao ve kauçuk gibi ürünler yetiştiren büyük çiftlikler kuruldu; bu çiftliklerde yerel halk zor şartlar altında düşük ücretlerle çalıştırıldı. Yerel halkın kendi tarım alanlarını kullanması kısıtlandığı için, kırsal kesimde açlık ve geçim sorunları baş gösterdi. Afrika halkı kendi topraklarında, kendi kaynaklarını Avrupa’ya taşımak için “işçi” olarak çalıştırıldı.
Bu dönemde, Avrupa yönetimleri yerel halka ağır vergiler yükleyerek onları sömürmeye değişik yöntemlerle devam etti. Yerel halk, Avrupa para biriminde ödeme yapmak zorunda bırakıldığı için nakit para kazanmak amacıyla Avrupalı şirketlerde çalışmaya zorlandı. Bu vergi sistemi, yerel ekonomilerin bağımsızlığını yok etti ve Avrupalı şirketlerin ucuz iş gücü ihtiyacını karşılayan bir mekanizma görevi gördü. Tüm bunlara ek olarak, Avrupa ülkeleri Afrika’daki maden yataklarını kontrol altına aldı. Özellikle Güney Afrika’daki altın ve elmas madenleri Avrupalı şirketler tarafından işletildi. Yerel halk bu madenlerde ağır ve insanlık dışı koşullarda çalıştırıldı, madenlerdeki iş gücü eksikliği nedeniyle köylerden zorla göç ettirilen Afrikalıların aile yapıları bozuldu.
Avrupalı sömürgeciler kıtadaki istikrarı bozmak için “böl ve yönet” politikasını uygulayarak farklı etnik grupları birbirine düşman hale getirdi. Sömürge yönetimleri, kendi çıkarlarını koruyacak yerel liderleri iktidara getirerek toplumu kontrol altında tutmaya çalıştı. Geleneksel yönetim sistemleri yok edilerek yerine sömürgeci yönetimlerin denetimindeki liderler atanırken, bu yerel liderler kendi halklarına yabancılaştı ve baskıcı bir yönetim anlayışı benimsendi. Sömürge yönetimleri, eğitim, sağlık ve altyapı alanlarında kıtanın gelişimini ihmal etti. Eğitim sistemleri, yalnızca sömürge yönetimlerine hizmet edecek kadar sınırlı bir şekilde kuruldu ve bu da Afrika’nın sosyal gelişimini sınırlayarak kalkınmasını engelledi. Sömürgeci güçler, kıtanın birçok bölgesindeki toprakları kamulaştırarak yerli halkları bu topraklardan çıkardı ve el konulan bu araziler büyük Avrupalı çiftlik sahiplerine ya da şirketlere tahsis edildi. Afrika halkı kendi topraklarında çalışamayıp geçimlerini sağlamak için düşük ücretlerle Avrupalıların sahip olduğu çiftliklerde işçi olarak çalışmaya zorlandı. Ben böyle çiftliklerde misafir edildim. Her biri o Afrika devletinin vatandaşı olan beyazlar tarafından sahiplenilmiş, akıl almaz büyüklükteydiler. Bir tane çiftlikte şahsen yarım gün araba sürüp yine de sınırına ulaşamamıştık. Dünyanın en büyük merinos üretim alanıydı. Tüm bu çiftliklerin etrafı çitlerle çevrilmiş ve korunmaktadırlar. Hatta bazı ülkeler arasındaki sınırlara bile tel çit çekilmiştir. Burada amaç ülkenin mal varlığı olarak görülen yabani hayvanların ülkede kalmasını temin içindir.
Avrupalı devletler, askeri güçlerini artırmak için yerel halkı zorunlu askerliğe tabi tuttular. I. ve II. Dünya Savaşları sırasında binlerce Afrikalı genç zorla Avrupa ordularına katılarak kıta dışındaki cephelere gönderildi.
Eğitimde ise temel hedef, sömürge idaresine hizmet edecek şekilde düzenlenen bir sistemde yetişen küçük bir Afrikalı elit kesim yaratmaktı; yerel yöneticiler, memurlar ve teknik personel… Okullarda verilen eğitim, sömürgecilerin kültürel değerlerini yüceltirken, Afrika’nın yerel değerlerini ve tarihini dışarıda bırakıyordu. Afrika toplumunun büyük bir kısmının bilgiye erişimi engellendi. Kıtada bilim, sanat ve teknoloji alanlarındaki gelişim yavaşlayarak durma noktasına geldi. Fransızca, İngilizce ve Portekizce gibi Avrupa dilleri, kıtanın birçok yerinde resmi eğitim dili olarak kabul edildi ve bu dillerin kullanımı, sosyal statünün bir göstergesi haline geldi. Kendi anadillerinde eğitimden mahrum kalan Afrikalılar, dil ve kültür açısından kendi kimliklerinden kopmaya zorlandı.
Sömürgecilik baskısıyla oluşan bu düzenin, Afrika’nın gelecekteki bağımsızlık mücadelesinin temellerini attığını söylemek yanlış olmaz. 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde, kıta genelinde sömürgecilik karşıtı düşünceler yayılmaya başladı. Kendi topraklarında yabancıların “kölesi” gibi yaşamaya zorlanan Afrikalılar hem ekonomik hem de kültürel bağımsızlık arayışına girdi. Bu arayış, yalnızca ekonomik kaynakları ve siyasi bağımsızlığı kazanmak ile ilgili değildi. Aynı zamanda kaybettikleri kültürel ve sosyal kimliklerini yeniden kazanmak istiyorlardı.
Bağımsızlık Mücadeleleri, Ulus Devletlerin Doğuşu ve Yeniden Yapılanma Arayışları (1945-2000)
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Avrupa güçleri savaştan büyük yıkımla çıkmış ve kıtadaki hakimiyetlerini sürdürmekte zorlanır hale gelmişti. Afrika’daki sömürge yönetimleri, savaşın etkisiyle zayıflayan Avrupa ekonomisi sebebiyle halkların artan bağımsızlık çabaları karşısında direnmekte zorlanıyordu. Bu süreçte Afrika’daki entelektüeller ve siyasi liderler, kıtanın kendi kaderini belirlemesi gerektiğine dair fikirlerini yaymaya başladılar. Bağımsızlık rüzgarları tüm Afrika’da hızla esmeye başlamıştı, kıtanın dört bir yanında sömürgecilik karşıtı hareketler güç kazanıyordu.
Bağımsızlık mücadeleleri tek bir bünyeden çıkan örgütlü hareketler değildi, kıtadaki sömürge yönetimlerinin yapısına ve yerel halkların sosyal durumuna göre değişkenlik gösterdi. Batı Afrika’da, Senegal, Nijerya ve Fildişi Sahili gibi ülkelerde bağımsızlık genellikle barışçı yollarla, müzakerelerle elde edildi. Ancak, Cezayir, Kenya ve Angola gibi ülkelerde, sömürgeci yönetimlerin direnişi, bağımsızlık mücadelesini uzun ve kanlı bir savaşa dönüştürdü. Cezayir’in Fransa’dan bağımsızlığını kazanması, sekiz yıl süren şiddetli bir savaşın ardından gerçekleşti. Bu savaş, tüm kıtanın vereceği bağımsızlık mücadelesindeki kararlılığın ve halkın gereken bedeli ödemeye hazır olduğunu simgeleyen önemli bir tarihi dönüm noktasıydı.
Afrika’nın bağımsızlık yolundaki mücadeleleri yalnızca askeri değil, aynı zamanda entelektüel ve diplomatik cephede de sürdü. Kwame Nkrumah gibi Afrika’nın önde gelen liderleri, Pan Afrikanizm adı altında bir kıta birliği ve iş birliği hareketi başlattılar. Bu düşünce, Afrika’nın özgürleşmesinin tek yolunun bir araya gelmek ve sömürgeci güçlere karşı ortak bir dayanışma sergilemek olduğu temeline dayanıyordu. Nkrumah’ın önderliğinde Gana, 1957 yılında Afrika’da bağımsızlığını kazanan ilk ülke oldu. Diğer ülkelere de ilham veren bu düşünce, Afrika halklarını bir araya getirerek kıtanın ortak bir kimlik ve dayanışma ruhu kazanmasına katkı sağladı.
“Sömürgeciler gitti, dertler bitti.” gibi olumlu ve hiç de gerçekçi olmayan bir tablodan söz etmemiz ne yazık ki mümkün değil. Bağımsızlık sonrası Afrika devletleri, ekonomik ve siyasi anlamda büyük zorluklarla karşı karşıyaydı… Yeni kurulan devletler, Avrupa tarafından hiçbir kritere dikkat edilmeden düzenlenen sınırlar ve birbirinden farklı etnik grupları barındıran toplumsal yapıları ile ciddi iç çatışmalara zemin hazırlayan bir ortamda düzen oturtmaya çalıştı. Birçok Afrika ülkesi, geçmişte birbirine düşmanlık besleyen topluluklardan oluşuyordu. Halkın toplum ve devlet ile ilgili olan algıları, eğer var ise, oldukça çarpık ve sorunluydu. Afrika sömürge sonrası dönemde kağıt üzerinde bağımsızlığını kazanmış olsa bile, dönemin bıraktığı tortular siyasi istikrarı sağlayacak bir yapı kurmayı imkansız hale getiriyordu.
Özellikle Ruanda, Nijerya ve Sudan gibi ülkelerde etnik çatışmalar, siyasi güç mücadelesiyle birleşerek uzun süreli çatışmalara ve soykırımlara yol açtı. Ruanda’da Hutu ve Tutsi grupları arasında yıllar süren gerilim, 1994 yılında bir soykırıma dönüştü. Tutsilerle iktidar mücadelesine giren Hutular, ülkenin dört bir yanında organize katliamlar gerçekleştirerek yüzbinlerce Tutsi’yi ve destekçilerini öldürdü. Yaklaşık 100 gün süren bu soykırımı, Afrika’nın etnik gerilimlerinin en korkunç örneklerinden biri oldu.
Sudan’da ise Arap Müslüman çoğunluk ile ülkenin güneyindeki siyahi Hristiyan ve animist topluluklar arasında derin etnik ve dini farklılıklar, iç savaşlara zemin hazırladı. 1983 yılında başlayan Sudan İç Savaşı, yaklaşık 22 yıl boyunca sürerek milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine ve çok sayıda kişinin yaşadığı yeri terk etmesine sebep oldu.
Kıtanın çeşitli bölgelerinde yaşanan etnik çatışmalar ve iç savaşlar, Afrika’nın bağımsızlık sonrası dönemde sınırların ve etnik çeşitliliğin kontrol edilmesi konusunda büyük zorluklar yaşadığını açıkça ortaya koyuyordu. Avrupa’nın çizdiği sınırlar toplumu bir bıçak gibi keserek derin sosyal yaralar açmış; tedavi edilmeden üzeri kapatılan yaralar ise zaman içerisinde iltihaplanarak kocaman bir kıtayı açlık, savaş ve belirsizlik içinde bırakmıştı.
Bir çıkış yolu arayan Afrika devletlerinin yardımına yine zaten niyetlerinin halis olmadığını bildiğimiz Batı ülkeleri koşacaktı. Afrika devletlerinin ekonomik kalkınma için aldıkları yardımlar borç yükünü artırdı ve sistemi yardımlara bağımlı hale getirdi. Afrika ülkelerinin kendi politikalarını özgürce belirleme hayalleri artık bu yardımlar ile imkansız hale geliyordu. “Borç krizi” yolsuzluk ile birleşince, bu yardımlar ülkelerin sanayileşmesine katkı sağlamaktan çok, onların dışa bağımlı kalmalarına zemin hazırlayacak ortamın oluşturulması ve sürdürülmesi için kullanılmaya devam etti.
Tüm bunların yanı sıra, Afrika çevresel sorunlarla da mücadele halindeydi. Tarım, madencilik ve ormancılık gibi sektörlerde aşırı kaynak kullanımı, kıtanın doğal dengesini bozmuştu.
Sömürgeci yönetimlerin menfi etkisi eğitim ve sağlık alanında da görüldü. Eğitime ayrılabilen sınırlı kaynakla okuryazar olmayan nüfusun oranı arttı, sosyal ve bilimsel yeterlilik azaldı. Tüm bunlar bulaşıcı hastalıkların yayılmasına neden oldu, sağlık problemi bir sağlık “krizine” dönüştü.
Kırılgan Afrika toplumu, soğuk savaş döneminin getirdiği küresel baskılar ve düzenlemelerden etkilenen bölgelerin başında geliyordu. Afrika, ABD ve Sovyetler Birliği’nin etkisi altında bir ideolojik savaşın ortasında kaldı. Birçok Afrika ülkesi, Batı veya Doğu Blokları tarafından desteklenen rejimlerle yönetildi. Kıta, iki süper güç arasındaki mücadelede taraf olmak zorunda bırakıldı. Bazı ülkelerde görülen askeri darbeler, iç savaşlar ve diktatörlük rejimleri bu ortamdan beslendi. Küba ve Sovyetler Birliği gibi ülkeler, bazı Afrika ülkelerine askeri destek sağlarken; Batılı ülkeler ise kapitalist düzeni yaymak amacıyla hareket etti. Afrika’da şimdi de sosyalist ve kapitalist ideolojilerin mücadelesi vardı. Halbuki bağımsız Afrika’nın asıl ihtiyaç duyduğu şey istikrar ve kalkınmaydı.
1980’li yılların başında Afrika’daki birçok ülke bir yandan sömürge döneminin yol açtığı etnik, siyasi ve ekonomik zorluklarla boğuşurken; bir yandan da küresel ekonomik dalgalanmalar ve düşen hammadde fiyatlarıyla baş etmek zorunda kaldı. Ekonomik istikrar sağlanamıyor, yerel sanayiler gelişemiyor ve halkın yaşam koşulları iyileştirilemiyordu. Ama Afrika çaresiz borçlanmaya devam etti.
IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlardan borç alarak kısa vadeli ekonomik ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan Afrika devletlerinin çoğu, sorunlarını çözemediği gibi bir de ağır borçlanma şartlarının yarattığı yeni sorunlarla karşı karşıyaydı.
Ekonomik darboğaz, sosyal hizmetlerdeki zafiyet, eğitim ve sağlık gibi temel alanlarda gerilemeye yol açtı; AIDS salgını gibi önemli bir halk sağlığı krizi meydana geldi.
Ama karamsar olmayalım, Afrika’da bir yeniden yapılanma hareketi ve bağımsız kalkınma arayışı vardı. Afrika Birliği Örgütü’nün (OAU) çabalarıyla Afrika ülkeleri arasında iş birliği, barış ve kalkınma projeleri geliştirilerek kıtada yeni bir dayanışma doğdu. OAU, 1963’te kurulmuş olmasına rağmen, 1980 ve sonrasında kıtadaki istikrarsızlık ve yoksullukla mücadele etmek için daha aktif bir rol üstlenmeye başladı. Bu süreçte Afrika ülkelerinin kendi aralarındaki dayanışmayı artırma ve kıtanın sorunlarına kalıcı çözümler bulma yolunda önemli adımlar atıldı.
Yüzyılda Afrika: Kalkınma Arayışları ve Küresel Entegrasyon (2000-Günümüz)
yüzyılın başlarında, Afrika ülkeleri uzun süren bağımsızlık mücadelelerinin ardından yeniden yapılanma ve kalkınma arayışlarına odaklandılar; özgür seçimler, insan hakları ve hukuk devleti prensiplerine dayalı bir siyasi yapı inşa etmeye çalışılıyordu. Başlıca engeller yolsuzluk, nepotizm ve etnik bölünmüşlüktü. Bazı ülkeler ilerleme kaydederken, diğerlerinde otoriter rejimlerin ve askeri darbelerin etkisi devam etti.
Küreselleşmenin etkisini artırması ile birlikte, Afrika uluslararası ticaret sistemine entegre olmaya başlıyordu. Çin, Hindistan ve ABD gibi büyük ekonomiler, Afrika’nın doğal kaynaklarına olan ilgilerinden dolayı kıtaya büyük yatırımlar yaptılar.
Afrika’nın ekonomik gelişimi, tarım, madencilik ve turizm gibi sektörlerde çeşitli reformlarla desteklendi. Afrika Birliği’nin (AU) 2002 yılında yeniden yapılandırılması ile ortak kalkınma projeleri ve bölgesel iş birliğinin artırılması çabaları ivme kazandı. AU’nun kıtadaki barış ve güvenliği sağlamak, yolsuzlukla mücadele etmek ve ekonomik entegrasyonu desteklemek konusundaki çalışmaları, Afrika ülkeleri arasında yeni bir dayanışma ruhu yarattı. NEPAD (Afrika’nın Kalkınması için Yeni Ortaklık) gibi girişimlerle, Afrika’nın kendi ayakları üzerinde durması ve küresel ekonomide rekabet edebilmesi için çeşitli kalkınma projeleri yürütüldü. Ancak bu projelerin kalıcı etkisi ülkeden ülkeye değişiklik gösterdi; bazı bölgelerde kalkınma hızlanırken, diğer bölgelerde yoksulluk ve işsizlik oranları aynı seyirde devam etti.
Kıtadaki istikrarsızlık, kalkınma çabalarını olumsuz etkilemeye devam etti. Sudan, Kongo Demokratik Cumhuriyeti ve Etiyopya gibi ülkelerdeki çatışmaların yarattığı göç dalgaları, yalnızca insani bir kriz yaratmakla kalmadı, aynı zamanda bu ülkelerdeki ekonomik toparlanma süreçlerini de sekteye uğrattı.
2021 yılında yürürlüğe giren Afrika Kıtasal Serbest Ticaret Bölgesi (AfCFTA), kıta içi ticaretin artmasını ve ekonomik büyümenin hızlanmasını hedefleyen önemli bir adımdı. Bu anlaşma, kıta içindeki ticaretin maliyetlerini düşürmeyi ve Afrika’nın küresel ekonomiyle daha rekabetçi hale gelmesini sağlamayı amaçlıyordu. Ayrıca, Doğu Afrika Topluluğu (EAC) ve Batı Afrika Ekonomik Topluluğu (ECOWAS) gibi bölgesel iş birlikleri, ticaret ve kalkınma projelerini desteklemek için önemli roller üstlendi.
Birleşmiş Milletler (BM), kıtada barış ve istikrar sağlamak için önemli çalışmalar yürüttü. Sudan’da UNAMID ve Mali’de MINUSMA gibi misyonlar, çatışmaların çözüme kavuşmasına yardımcı olmayı hedeflese de yerel hükümetlerle iş birliği eksikliği ve finansal kaynak yetersizliği nedeniyle büyük ölçüde başarısız oldu.
Kıtadaki güvenlik sorunlarını daha karmaşık ve sıkıntılı hale getiren faktörlerden biri artan terörizm olaylarıydı. Sahel bölgesinde faaliyet gösteren El Kaide ve IŞİD bağlantılı gruplar, yerel yönetimlerin zayıflıklarını kullanarak bölgede etkilerini artırdı. Bu gruplar, yerel halkın güvenliğini sürekli olarak tehdit etmenin yanı sıra, bölgenin eğitim ve sağlık altyapısına ciddi zararlar verdi.
Kalkınmak için kalifiye insana ihtiyaç duyan Afrika’da yaşanan göç krizi, bu dönemin en büyük sorunlarından biri oldu. İklim değişikliği, siyasi çatışmalar, ekonomik zorluklar gibi çeşitli sebeplerden özellikle Doğu Afrika bölgesindeki birçok insan daha iyi yaşam koşulları arayışıyla göç etmek zorunda kaldı.
Kentleşme arttıkça, şehirlerde altyapı yetersiz kaldı. Nairobi, Lagos ve Kinşasa gibi büyük şehirlerde gecekondu bölgeleri hızla büyüdü. Kentleşmenin hız kazanması ile kırsal bölgede tarımsal üretim azaldı, ekonomik dengesizlikler arttı. Bununla birlikte, dijital dönüşüm Afrika ekonomisinde yeni fırsatlar yarattı. Kenya’da mobil ödeme sistemi M-Pesa, kırsal alanlarda finansal erişimi artırarak ekonomik katılımı güçlendirdi. Nijerya ve Güney Afrika gibi ülkeler ise teknoloji girişimciliği ve yenilikçi çözümlerle ekonomilerini çeşitlendirme çabalarını hızlandırdı.
Afrika’da kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği de bu son dönemde daha önem kazandı. Kırsal bölgelerde kadınların eğitime erişimlerinin sınırlı olması, erken yaşta evlilikler ve kadın istihdamının düşük seviyelerde kalması, kadınların toplumsal hayata katılımını engelliyordu. Bazı Afrika ülkelerinde kadın hakları ve cinsiyet eşitliği konusunda ilerlemeler kaydedilse de birçok bölgede kadınların eğitime, sağlık hizmetlerine ve ekonomik fırsatlara erişimi hala büyük engellerle karşılaşıyordu.
Öte yandan salgın hastalıklar, 21. yüzyıl Afrika’sında halen ciddi bir sorun olmaya devam ediyor. AIDS, sıtma, kolera ve ebola gibi salgınlar yayılmaya devam ediyor. COVID-19 pandemisinden en çok etkilenen bölgelerden biri Afrika’ydı. Kıtadaki sağlık sistemlerinin ne denli kötü olduğuna hepimiz şahit olduk.
İklim değişikliği gezegenimizin meselesi, ancak bundan en çok Afrika bölgesi etkileniyor. Özellikle Sahra Altı Afrika’da kuraklık ve aşırı büyük ve zamansız iklim olayları, tarımsal üretimi menfi etkilerken su kaynaklarının azalmasına, verimin azalmasına hatta çölleşmeye neden oluyor, kırsalda geçim sıkıntısı artıyor, kırsal nüfus işsizlik ve açlıkla karşı karşıya kalıyor. Büyük Yeşil Duvar Projesi, Sahra Altı Afrika’da çölleşmeyle mücadele etmek ve sürdürülebilir tarımı desteklemek için umut verici bir girişim olarak dikkat çekse de daha alınması gereken çok yol var.
Afrika’nın Geleceği ve Çin
Afrika ve Çin ilişkilerine dikkatli bir bakış atfetmek gerekiyor. Son yıllarda Afrika, kalkınma hedeflerine ulaşmak için küresel ortaklık seçeneklerini genişletirken, Çin’le kurulan stratejik ortaklıklar özellikle öne çıkıyor. Çin, Afrika’da altyapı projelerine yaptığı yatırımlarla bölge ekonomisini destekliyor; yol, köprü, enerji santrali, liman gibi projelerle hem ticaret hacmini büyütüyor hem de istihdam alanları yaratıyor. Ancak bu yatırımlar, bir yandan Afrika’ya fayda sağlarken bir yandan da kıtayı Çin’in ekonomik ihtiyaçlarına hizmet eden bir kaynak konumuna getirme riskini taşıyor.
Peki, bu ilişki Afrika’nın uzun vadede bağımsız olmak arzusuna ne kadar uygundur. Bu hakikaten dikkatle yönetilmesi gereken ve kazan – kazan prensibiyle ilerlenmesi gereken bir inisiyatif!
Afrika, Çin’le ortaklık stratejisiyle değer üreten bir üretim merkezi haline gelmelidir. Aksi takdirde daha önce olduğu gibi gelecekte de bağımsız olamayabilir. Halbuki dış yatırımları ve küresel entegrasyonu kendi uzun vadeli hedefleri doğrultusunda yönetmelidir. Bu, Afrika’nın Çin dış yatırımlarını stratejik bir araç olarak kullanarak iç büyümeyi destekleyip, yenilikçiliği ve yerli sanayiyi güçlendirmesiyle olacaktır. Afrika, artık geleceğe umutla bakmalı; genç nüfusu ve kültürel zenginliği, küresel arenada daha güçlü bir konuma erişmek için kullanmalıdır.
Velhasıl Afrika’ya gitmenizi, görmenizi ve kültürünü tatmanızı, kıtayı kalkındıracak üretim fırsatlarını keşfetmeyi, kıtanın sesinin doğru şekilde ve doğru platformlarda duyulmasını sağlamayı ve Afrika’yla birlikte üretmeyi, eğer imkanınız var ise sahada emek vermeyi veya verilen emekleri desteklemeyi öneririm.