Filistin’in Celile bölgesinde 1977’de dünyaya gelen Saleh Bakri, babası Mohammad Bakri gibi oyunculuk yapıyor. Kardeşleri Adam Bakri ve Ziad Bakri de sinema dünyasında aktör olarak yer alan Saleh Bakri, Filistin kültürünün ve sinemasının dünyaya tanıtılmasında önemli bir rol oynuyor. Bakri, “The Band’s Visit”, “Salt of This Sea”, “Wajib”, “Flasbellek”, “The Teacher” ve “Palestine 36” adlı yapımların da aralarında olduğu çok sayıda filmde rol alarak çeşitli ödüller kazandı. Filistin halkının haklarını savunan bir sanatçı olarak tanınan Bakri işgal, sürgün, kimlik ve dayanışma gibi temaları ele alarak kültürel direnişe katkıda bulunmaya çalışıyor. Yeni Şafak Pazar olarak; Boğaziçi Kültür Sanat Vakfı tarafından, Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün desteğiyle geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen 13. Boğaziçi Film Festivali kapsamında, Türkiye’ye gelen Filistinli oyuncu Saleh Bakri ile bir araya geldik. Bakri ile oyunculuk yolculuğunu, ailesinden aldığı sanatsal mirası, Filistin meselesini ve sinemadaki direnişini konuştuk.
Oyunculuğun özünü babamdan öğrendim
Filistinli bir oyuncu olan Mohammad Bakri’nin oğlu olarak büyüdünüz. Öncelikle, nasıl bir aile ortamında yetiştiniz?
Oyunculuğa hayatını adamış bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldim. Babam kırklı yaşlarında belgesel ve kısa filmler çekmeye başladı. Çok çalışkan, yetenekli ve ilham veren bir insandı. Oyunculuğun özünü ondan öğrendiğimi söyleyebilirim. Elbette kariyerim boyunca birçok şeyden etkilendim. Kendi yaşadıklarım, tanıdığım insanlar ister Filistinli olsun ister olmasın bana çok şey öğretti. İlham veren insanlardan her zaman öğrenmeye açık oldum. Ailem her zaman sevgi ve sıcaklıkla çevriliydi. Kendimi bildim bileli o büyük, güven veren kucak hep vardı, bugün de öyle. Aile bireylerimin çoğu sanatla uğraşıyor. Tiyatro, sinema, oyunculuk, yönetmenlik, kameramanlık… Hepimiz birbirimizden farklıyız. Herkesin kendi yolu, sesi ve karakteri var. Ben de en küçük kardeşimden en büyüğüne kadar hepsinden bir şey öğreniyorum.
Çocukluk ve gençlik yıllarınıza dair neler hatırlıyorsunuz?
Çocukluk ve gençlik yıllarımdan çok şey hatırlıyorum. Gerçekten sayısız anı var. Ama oyunculukla ilgili olarak şunu söyleyebilirim. Küçükken ressam olmak isterdim. Hep resim yapar, bir gün ressam olmayı hayal ederdim. Hâlâ resim yapıyor, çizimle ilgileniyorum. Gençlik yıllarımda seyirci karşısında bir korkum olduğunu fark ettim. Seyircinin önünde durmak, kendim gibi davranmak bana çok zor geliyordu. Bu korkuyu yenmek istedim ve bu yüzden drama eğitimi almaya karar verdim. Zamanla sahnede olmayı sevdim, oyunculuğa âşık oldum. Korkumu yendiğimde hayatım değişti. Çünkü korkuyla yaşamak bana göre değil. Korkudan hoşlanmam, onunla yüzleşir ve yenmeye çalışırım. Herkesin korkuları vardır ama önemli olan onlara teslim olmamaktır. Korku seni yönetmeye başladığında özgürlüğünü kaybedersin. Düşünemez, hissedemezsin. Hayat ise korkmak için fazla kısa.
1948’den bu yana silinmeye çalışılan hafızamızı yaşatmak istiyoruz
Ailenizde sanat, aynı zamanda bir direniş biçimi gibi. Direnişin ortasında büyüyen bir çocuk olarak sinemayı ne zaman bir kurtuluş alanı olarak gördünüz?
Babamdan öğrendiğim kadarıyla sanat, sadece bir eğlence aracı değil. İnsanları oyalamak ya da zaman geçirmek için yapılan bir şey de değil. Sanat, toplumda çok daha derin ve anlamlı bir role sahip. Sosyal ve politik bir yönü var ve sanatçının bu sorumluluğu üstlenmesi gerekiyor. Çünkü sanatını paylaşmak istiyorsan, onu geniş kitlelere ulaştırmak istiyorsan, o zaman büyük bir sorumluluğun da var demektir. Bizim durumumuzda bu sorumluluk çok daha ağır. 1948’den bu yana işgal altındayız ve Filistin halkı dünyanın dört bir yanına dağılmış durumda. Filistinlilerin yarısından fazlasının kendi topraklarına dönmesine izin verilmiyor. Apartheid rejimi, onların evlerine dönmesini, yıkılan köylerini ve şehirlerini yeniden inşa etmesini yasaklıyor. Üstelik sadece yurt dışındaki Filistinliler değil, ülke içindekiler de birbirinden koparılmış durumda. 1948 sınırları içindeki Filistinliler Gazze’ye gidemiyor, Gazzeliler Batı Şeria’ya seyahat edemiyor, Batı Şeria’dakiler ise Hayfa ya da Yafa’ya ulaşamıyor. Yani kendi vatanımızda bile birbirimizle buluşmamıza izin verilmiyor. Bu yüzden bizim görevimiz bu kuşatmayı kırmak. Güce “hayır” demek, hikâyemizi anlatmak, 1948’den bu yana silinmeye çalışılan hafızamızı yaşatmak. Mücadelemiz, bilinç ve farkındalık oluşturma mücadelesidir. Ta ki özgürlüğümüzü yeniden kazanana, dünya da bize hakkımızı iade edene kadar. Çünkü Filistin meselesi yalnızca yerel bir sorun değil. Tüm dünyanın sorumluluğudur. Bizim yaşadığımız trajedi, dünyanın ortak suçudur. Dünya, özellikle de Batı ülkeleri, hatta bazı Arap ve Müslüman devletler, hâlâ bu Apartheid rejimiyle suç ortaklığı yapıyor. Dünya, Siyonist hareketi destekleyerek ve Filistin topraklarını bu proje için kolaylaştırarak işlediği bu suçu telafi etmedikçe, bizim hikâyemiz anlatılmaya devam edecek.
Bir Filistinli olarak, dünyanın neresine giderseniz gidin kimliğiniz sizden önce geliyor. Kendinizi bir ulusun sesi gibi hissettiğiniz anlar oluyor mu?
Bu soruya tam olarak nasıl cevap vereceğimi bilmiyorum. Hiç başka bir yerde yaşamadım ve gerçekten özgür bir ortamda hayatı deneyimlemedim. Elbette, Amerika’dan Avrupa’ya, Arap ülkelerine ve Türkiye’ye kadar birçok yerde çalıştım ve kısa sürelerle yaşadım. Ama özgür, işgal altında olmayan bir ülkede doğup, büyümedim. Bu yüzden farklı bir yerde nasıl davranacağımı tam olarak kestiremiyorum. Yine de sahip olduğum ruh ve akılla hangi ülkede olursam olayım, Filistin davamı sürdüreceğim. Çünkü Filistin sadece Filistinlilerin meselesi değil. Kendimizi tek bir büyük aile olarak görüyorsak, bu herkesin meselesidir. Filistin özgür değilse, dünya özgür değildir. Sudan özgür değilse, dünya özgür değildir. Kongo özgür değilse, dünya özgür değildir. Bu nedenle, nereye gidersem gideyim aynı şekilde hareket edeceğimi düşünüyorum. Elbette sansürle, baskıyla ve sizi susturmaya çalışan engellerle karşılaşacaksınız. Ama insan olarak görevimiz, güce “hayır” demek ve güçlülerin ezdiği gerçekleri dile getirmektir. Nerede olursak olalım, ezilenlerin yanında durmalıyız çünkü hepimiz aynıyız, aynı kana ve aynı acıya sahibiz. Hepimiz çocuklarımızı seviyor ve onlar için daha iyi bir hayat istiyoruz. Nerede olursam olayım, duruşum aynı olacak. Doğruyu söylemenin sonuçlarını düşünmüyorum çünkü doğru her zaman söylenmelidir.
Haklarımızı geri alana kadar mücadelemiz sürecek
Bugün Gazze’de yaşananlar dünyanın gözleri önünde bir soykırıma dönüştü. Sizce sanat, bu suskun dünyanın vicdanına hâlâ dokunabiliyor mu, yoksa sanat da savaşın enkazı altında mı kaldı?
Soykırıma tanık oldum, tıpkı birçok insan gibi. Ama kim gerçekten umursuyor? Soykırım başladığı günden bugüne kadar her gün, görebildiğim ve tanıklık edebildiğim her şeyi gözlemlemeye çalıştım. Her gün, elimden gelenin en fazlasını yaparak. Altı yaşında bir oğlum var ve onun yüzünü, Gazze’deki tüm çocukların yüzlerinde gördüm. Tek bir şeyi biliyorum: Biz asla kırılmayacağız. Direnişimiz asla durmayacak, sözümüz susmayacak, varlığımız silinmeyecek ve hikâyemizi anlatmayı bırakmayacağız. Haklarımızı geri alana kadar mücadelemiz sürecek.
Bir Filistinli oyuncu olarak, sinema yalnızca bir sanat eylemi değil, varoluşunuzu kanıtlamanın da bir yolu gibi. Siz kendi hikâyenizi anlatırken bir sanatçı mı, bir tanık mı, yoksa bir direnişçi mi gibi hissediyorsunuz?
Hepsini hissediyorum. Bir tanığım, bir hikâye anlatıcısıyım, direniyorum… Hepsi bir arada. Ama her şeyden önce, sadece görevimi yapıyorum. Kahraman değilim. Bu sadece görevim. Görevim, gerçeği söylemek, tarihi araştırmak, gerçeği ortaya çıkarmak ve anlatmaktır. Çünkü
gerçek söylenmek zorundadır. Karşımızda bir “sinek okyanusu” var. Karanlık, engin bir deniz gibi. Biz ise gerçeğin ışığıyla bu karanlığı aydınlatmak zorundayız ki sonunda barış dolu topraklara ulaşabilelim.
Kendi tarihimiz yerine Siyonist tarihini öğreniyoruz
Bu yıl 13. Boğaziçi Film Festivali’nin açılış filmi, sizin de oyuncu olarak yer aldığınız “Palestine 36” oldu. Peki, “Palestine 36” filmine kendi çocukluğunuzun ve ailenizin anıları nasıl yansıdı?
Büyük dedem 1948’de Akka’yı savunurken öldürüldü. Ailemizin bir kısmı Lübnan’da yaşıyor. Bakri ailesinin büyük bölümü orada, bir kısmı da Avustralya’da. Bizler, geride kalanlar, şehirlerimizi, köylerimizi ve sahip olduğumuz yaşamı kaybettik. İşgal altındaki Filistinliler olarak İsrail vatandaşlığı, pasaportu ve kimliğini taşımak zorundayız. Bu kimlik ve pasaport, işgalcinin dayattığı bir sistemin simgesi. Kendi tarihimiz yerine Siyonist hareketin tarihini öğrenmek zorundayız. 1948 sonrası tarihî Filistin’de, bir Filistin üniversitesi yok, bağımsız bir Filistin tiyatrosu yok, köylerimizde ve şehirlerimizde sinema veya kültürel alt yapı yok. Bunun ötesinde, Filistin milletinin farklı parçalarıyla buluşmamıza izin verilmiyor. Soykırım döneminde, sadece soykırıma karşı gösteri yapmak değil, halkımızla dayanışma göstermek bile yasak. Gazze halkıyla dayanışma göstermek İsrail yasalarına göre terörizmi desteklemek anlamına geliyor. Tüm bunları hem ailemiz hem de millet olarak yaşıyoruz.
Gerçeği araştırmayı ve anlatmayı asla bırakmayın
Bugünün genç kuşaklarına neler söylemek istersiniz, neler tavsiye edersiniz?
Asla durmayın. Devam edin, devam edin, devam edin. Ve asla durmayın. Kendinize inanın. Gerçeği araştırmayı ve gerçeği anlatmayı asla bırakmayın. Öğrenmeyi asla bırakmayın. Çünkü öğrenmeyi bırakırsanız, her şey durur. Sanatçı olun. Yeni şeyler keşfedin.