Sanki o sözcükleri ilk kez görüyormuş gibiydim

Merve Akbaş
Halil Ziya Doğruöz

Halil Ziya Doğruöz’ün ilk kitabı Müzmin Suzuluk Ötüken Neşriyat etiketiyle okurla buluştu. Doğuöz kitabı eline aldığı anın heyecanını anlatırken, “Sanki o sözcükleri ilk kez görüyormuş gibiydim” diyor.

İlk eseriniz yayınlandığında neler hissettiniz?

Sevindim, mutlu oldum elbette. Fakat daha fazlası vardı. İlk başta bunu tam manasıyla tanımlayabildiğim söylenemez. Yabancılık çekiyordum çünkü ve derine inmeliydim. Kendimi yokladım. Bir ruh mütehassısı gibi ruhumu yokladım. Hafiflemiştim. Üzerimden bir yük kalkmıştı sanki. Ama bu hafiflemenin merkezi neresiydi? Sahi, dedim kendi kendime. Ruhun ağırlığı neye tekabül ediyordu? MacDougall’ın sıra dışı deneyleri geldi aklıma. Ruhun 21 gram olduğunu iddia ediyordu. Öyleyse eğer bu 21 gramdan bir parçayı mı bırakmıştım dünyaya? Bu ölmek demekti bir yandan. Fakat aynı zamanda da ölümsüzlük demekti. Ölümsüzlük! Bu sözcüğün üzerinde o kadar çok durdum, o kadar çok tarttım, ağzımda o kadar çok çiğnedim ki. Nihayetinde tadının ve bendenizdeki karşılığının ayırdına varabildim. Artık yalnızca toprak olmayacaktım. Derinlere indikçe, tanımlayamadığım, yabancılık duyduğum o hissiyatın anbean içimi nasıl da coşkuyla doldurduğunu anladım. 21 gram olduğunu kabul edersek ruhun, oradan eksilip boşluğa bıraktığım parça, tam da bıraktığım yer ve esnada o mezkûr coşku anıyla birlikte yeni bir cisim, yeni bir hacim kazanmıştı. Büyüdü, büyüdük. Her yeni okur, yer edindiğimiz her yeni zihinle de büyümeye devam edecek. Artık yalnızca toprak olmayacağınızı bilmek, ah o ne müthiş bir hissiyat!

Kitabınızı elinize alınca ilk olarak ne yaptınız?

Az önce bahsettiğim o yabancılığı henüz üzerimden atabilmiş değildim. Elimde, üzerinde ismimin yazılı olduğu bir kitap vardı. Önünü arkasını çevirip duruyordum. Sanki bir hokus pokusla bambaşka bir şeye dönüşecekti. Hemingway’in bir cümlesi var. Hayatım boyunca kelimelere sanki onları ilk kez görüyormuş gibi baktım. Evet, ben de Adnan Bey’in arka kapağa düştüğü o veciz cümleleri okurken sanki o sözcükleri ilk kez görüyormuş gibiydim. Akabinde karıştırdığım her sayfada, kendi sözcüklerimi de ilk kez görüyormuş gibi okuduğumu fark ettim. Dilim damağım iyice kurumuştu. Öylece masaya bıraktım kitabı. Buzdolabına doğru yönelip buz gibi bir şişe suyla geri döndüm. Müzmin Susuzluk’a bakıp kana kana içtim. Yine de dindiremedim susuzluğumu.

İLK İMZA BOYACI SERKAN’A

Kitabınızı ilk kime imzaladınız?

İlk imzam… Bunu düşünüp tasarlasam bu denli anlamlı olamazdı herhalde. Bursalılar için postane-Heykel arasındaki yürüyüşler bir ritüeldir. Aynı zamanda Heykel-Setbaşı arasındaki yürüyüşler de öyledir. Ben de sık sık bu yürüyüşleri yaparım ve beslenirim de bundan. Sağlı sollu dükkanlardan, esnaftan, artık gittikçe yoğunlaşan kalabalıklardan. Şimdilerde postane ve Heykel arasında yürüyüş yapan o kalabalıklar, bayırlarıyla meşhur Bursa’da, oldukça dik bir yokuş olan İpekçilik’ten, Maksem’den aşağıya indikleri halde “Nereye?” diye soranlara, neden “Heykel’e çıkıyorum” dendiğini biliyorlar mı? Heykel’e inmek Bursa’da sanki bir podyuma çıkmak gibidir. Eskiden insanlar iki dirhem bir çekirdek çıkarlarmış Heykel’e. Tabii Heykel’in aynı zamanda Atatürk olduğunu bilmeleri de etkenmiş buna. Ben de, yayınevinin kargo ile yolladığı 20 adet Müzmin Susuzluk ile Heykel’den Setbaşı’na doğru yürürken, dolmuş duraklarının yanında ayakkabı sandığında müşteri beklerken resimli roman okuyan bir çocuğu fark ettim. Adetim olmadığı halde ayakkabılarımı boyatmak için ayağımı sandığın üzerine koydum. Elindeki resimli romanı bırakıp hemen eline fırçalarını alarak, ahenkli bir şekilde derinin üzerinde gezdirmeye başladı. “Kitap okumayı seviyor musun?” diye sordum. “Evet abi seviyorum,” dedi. “Nerelisin peki?” diye sordum bu kez. “Bursalıyım abi. Alacahırka’da oturuyoruz. Tatillerde ayakkabı boyuyorum,” dedi. Artık iyiden iyiye azalan Bursalı bir çocukla karşılaşmak mutlu etmişti beni. İsmini sordum. Serkan’mış. Cebimden hemen roller kalemimi çıkardım ve Müzmin Susuzluk’un ilk ithafını yazıp imzaladım.

“Serkan kardeşim, umarım sen hiç susuz ve nefessiz kalmazsın…”

Yazmaya nasıl başladınız?

Yazmazsam delirecektim. (Kahkaha atıyor.) Elbette böyle bir klişeye istihza ile yaklaşacağım. Hayır, bendenizin delirmekle ilgili bir endişesi yok. En azından yazıyla ilgili… Yazı hayatımın bir rastlantıyla başladığını söylesem, en doğru yanıtı vermiş olurum. Peki ama nasıl? Bu rastlantı ilk başta yazıyla alakalı değildi. Henüz on beş-on altı yaşlarımda bir insana rastlamıştım. Sevgiliye rastlamak gibiydi benim için. Hayatımın en güzel tesadüfü derim hep. Adnan İslamoğulları tabii ki de bu kişi. Müzmin Susuzluk’un tanıtım metnini yazıp kitabımı ve ayrıca beni şereflendiren milliyetçi entelijansiyanın kıymetli müellifi. Facebook’ta yazdığım birkaç cümlelik paragrafı görmüştü ilk. Daha çok okuyup yazmam gerektiğini söylemişti. Çocuktum o zaman. Duyduğum mutluluğu siz hesap edin. Tek başına kanlı canlı bir abideden, okuldan farksızdı. Halen de öyle. Tanpınar’ı, Oğuz Atay’ı, Dostoyevski’yi, bugünkü yazı yaşamıma yön veren daha pek çoklarını da onunla tanıdım. Denemeler, küçük hikayeler, bazen şiirler yazdım. Hep Adnan Bey’e öykünerek yazdım bunları. Mum alevinde pişen bir kahve gibi ağır ağır piştim. Henüz bir kitap çıkarmak yoktu aklımda. Fakat Adnan İslamoğulları 12 Eylül dönemini anlattığı romanı Kuyu’ya başladığında ve ben o müthiş anlatının her bir satırına yazılırken şahit olma şansına erişince artık klasikleşen öykünme halim en güzel meyvesini verdi. Adnan Bey’e kitabimi imzalarken şu cümleyi kurdum ve burada tekrar etmekte de bir beis görmüyorum. “Olmasaydınız, olmazdı.”

Gece mi yazarsınız, gündüz mü?

Herkes gibi, her insan gibi benim de eşref ve eşek saatlerim var. Gece-gündüz ayrımından önce bunu belirtmek isterim. Eşref saatlerimde yazmaya çalışıyorum. (Gülüyor.) Geceyi daha bi’ sevdiğimi biliyorum. Sanıyorum ki ruhumdaki ufacık aykırılık da besliyor bunu. “Normal”in dışına çıkmak, “normal” isimli illüzyona bir darbe de ben vurmak istiyorum. Gece yaşamak, geceyi yaşamak arzusu da buradan geliyor galiba. Hem gecenin romantik tarafını kimsenin yadsıyacağını düşünmüyorum. Gecenin şedit demini yırtacak afili bir cümle yazmak, o ne büyük hazdır öyle. Fakat zihin yorgunluğu/doluluğu denen de bir acı gerçek var. Ve bu gerçek yaratıcı edimi olanaksız kılıyor maalesef. Geceye kadar zihni gerekli gereksiz bir yığın şeyle doldurduğumuzdan yazı işi zora giriyor. Zihni dinlendirebilmek için ara uyku şart gibi görünüyor. Buna alışmam lazım. Tevekkeli değil çoğu başarılı milletin siesta yapması.

Defter mi, bilgisayar mı?

Bilgisayarı tercih edenlerdenim elbet. Zaten uzun bir metni artık hiçbir yazarın kâğıt ve kalemle inşa etmeye çalıştığını sanmıyorum. Kâğıt ve kalemin estetik tarafını hiçe saymayacağım. Hele güzel bir el yazınız varsa. Ancak sanatın ve onun icracısının şeklî bir estetik değildir derdi. Nihai estetiği arar. O nihai estetiğe günümüz şartlarında en kolay ve en doğru yoldan gitmeyi amaç edinir. Bunun adı kolaycılık ya da konformistlik değildir. Bilakis önemsemektir. Mark Twain’in 1876 yılında neşredilen eseri Tom Sawyer’ın Maceraları daktilo ile yazılan ilk edebi metin yanlış hatırlamıyorsam. O günün en yeni olanağını kullanmıştı. Şayet Shakespeare’e yetişmiş olsaydı, o da kullanacaktı muhtemelen. Biz de bilgisayarla yazıyoruz, daha kolay bir yazı aracı bulunana kadar da böyle yapacağız. Ama defter ve kalemden tamamıyla koptuğum söylenemez. Notlarımı defterde tutmaya ayrı bir özen gösteriyorum. Günlük tutmak gibi de bir düşüncem var bir zamandır. Eğer fiiliyata geçirebilirsem kraft kâğıttan bir deftere Parker’ımla yazacağım.

KÜNYE

Müzmin Susuzluk

Halil Ziya Doğruöz

Ötüken Neşriyat