Sırları ifşa eden sufi: Niyâzî-i Mısrî

Niyazi Mısrî’nin biyografisinin yanında biri daha önce hiç yayımlanmamış dört risalesinin bir araya geldiği “Niyâzî-i Mısrî, Tasavvuf Yolu-Nefis Mertebeleri ve Vahdet-i Vücûd” adlı eseri İnsan Yayınları arasında okurla buluşturan Oğuzhan Dönmez, Mısrî’yi “sırları ifşa eden bir sufi” olarak tarif ediyor.

Arşiv.

Osmanlı tasavvuf tarihinin en etkileyici simalarından, medeniyetimizin ve topraklarımızın yetiştirdiği büyük sûfîlerden, yaşadığı çağda da günümüzde de yeterince idrak edilip takdir edilemeyen hayatı da çileler ile geçmiş Niyâzî-i Mısrî, sürgün dolu bir ömür geçirse de hakikati dillendirmekten hiçbir zaman imtina etmeyen, irfan ve hikmet sahibi bir gönül ve Hak aşığıdır. Birçok şiiri muhtelif bestekârlar tarafından bestelendiği gibi Mısrî’nin dîvanı da aynı zamanda birçok tarik ehli tarafından seyr-i sülûk ilmihali niyetiyle de okunan müstesna bir sûfîdir.

O’nun nesir ve şiirleri hakikatin dilinin bir ifadesi olarak karşımızda durmaktadır. Araştırmacı-Yazar Oğuzhan Dönmez’in hazırladığı İnsan Yayınları tarafından yayımlanan “Niyâzî-i Mısrî, Tasavvuf Yolu-Nefis Mertebeleri ve Vahdet-i Vücûd” isimli kitabı, Hakk’a vuslat yolu olan tasavvufu ve onun en zor ve karmaşık meselelerinden olan Vahdet-i Vücûd düşüncesini kısa ve özlü bir şekilde anlatan bir eser olarak gün yüzüne çıkarak önemli bir boşluğu doldurdu. Niyâzî-i Mısrî’nin hayatını ve görüşlerini kendi risaleleri bir araya getirilerek yayın dünyasına kazandırılan eser hem tarihi bir belge hem Mısrî’nin günümüzdeki sesi hem de modern dünyanın bunalımını yaşayan günümüz insanına irfan ve hikmet dünyasını anlamak adına oldukça kıymetli bir hazine olarak raflardaki yerini aldı. Biz de bu vesileyle Oğuzhan Dönmez ile hem hazırladığı kitabı hem tarihsel açıdan Osmanlı tasavvufunu hem de Niyâzî-i Mısrî’nin ardından bizlere bıraktığı mirası ve bu mirasa sahip çıkabilmek adına neler yapılabileceğini konuştuk.

Oğuzhan Dönmez

Her kitabın bir hikayesi vardır. Böylesine derin bir eserin hikayesi nedir ve bu eser nasıl oluştu bize anlatabilir misiniz?

Mısrî’de içinde ilm-i ledünden sırları açığa çıkaran bu risâleleri yazarken sıra dışı çileli bir hayat yaşayarak yazmış dolayısıyla böylesine değerli eserleri kütüphanelerin tozlu raflarından açığa çıkarmak kıymetli ve hatta oldukça keyifli olduğu kadar da meşakkatleri de içinde taşımaktadır. Niyâzî-i Mısrî’yi o meşhur “Derman aradım derdime derdim bana derman imiş.” şiiri ile tanırdım ama esas tanışıklığım, çok sevdiğim bir ağabeyimle İstanbul’un göbeğinde Taksim Atatürk Kitaplığı’nda hayata dair derin sohbetler ederken bir gün bana “Geçmişte yaşamış büyüklerimizin bazılarının günümüz Türkçesiyle yayınlanmamış pek çok eseri var. Niyâzî-i Mısrî de çok büyük bir sûfî ve kadri kıymeti ne kendi çağında ne de günümüzde yeterince idrak edilerek takdir görmedi. Eserleri kütüphanenin tozlu raflarında kimse dokunmadan duruyor sende ilgilensen de bu eserler günümüz Türkçesine çevrilse istifade etmek isteyenler de faydalansa ne güzel olur.” deyince “Harika olur abi.” diyerek hemen işe koyuldum ve Mısrî’nin risâlelerinin çok azının günümüz Türkçesiyle transkript edilmiş olduğunu fark ettiğimde, bu boşluğun bir nebze de olsun dolması adına bu çalışma ortaya çıkmış oldu.

İlm-i ledün sahibi bir sûfî

Niyâzî-i Mısrî nasıl bir sûfîydi? Diğer mutasavvıflardan farkı neydi?

Tarih boyunca sûfîler ile devlet adamları arasında ilişki farklı şekillerde cereyan etmiştir. Ancak genel itibariyle sûfîlerin tavırlarında, devlet adamlarıyla ilişkilerinde bir mesafeyi koruyarak onlardan bir şey talep etmemek, onlara yakın olmamak, adaleti gözetmediklerinde tasvip etmemek ve bunu dile getirmek vardır. Mısrî’yi farklı kılan en temel yönü, hakikati dillendirmekte bir an bile tereddüt etmemesi ve sadece Hakk’ın karşısında eğilmesidir. Nefesler adedince Hakk’a giden yollar vardır ilkesince her Hakk dostu meşrebince farklı yollar izlemişlerdir. Bununla birlikte tarih boyunca bazı tasavvuf ehli inziva ve halvet içerisinde topluma pek fazla karışmadan içe dönük bir hayatı izlerken, bazıları da toplum içerisinde halk içerisinde Hakk ile birlikte olmuşlardır. Mısrî, toplum içinde hem gönüllere hem de yapılan haksızlıklara karşı gerçekleri dillendiren ve bunun da mücadelesini veren bir sûfîdir. O sadece bir köşede Hakk’ı zikreden kesretten vahdeti yaşamış biri değil, Hakk’ın bazı sırlarını ifşa eden hakikatin dili olan bir Hakk dostudur. Hayatının uzun bir bölümü sürgünde geçmiş olsa da asla inandığı yoldan vazgeçmemiştir. O’nun korkusuzluğu ve cesareti, aynı zamanda aşkının da bir yansımasıdır.

Yunanistan’ın Limni adasındaki Niyazi Mısri’nin yıkılan külliyesinin ayakta kalan süslü kapı kemeri ve bugünkü hali.

Mısrî’nin kısa bir biyografisi aslında

Eserde yer alan risâleler hangi konuları ele almaktadır?

Elinizdeki eserdeki risâlelerin ilki Mahmud Esad’ın kalemiyle Mısrî’nin kısa bir biyografisidir. “Niyâzî-i Mısrî’nin Hâl Tercümesi” isimli risâle, araştırmalarım sonucu başka bir yerde yayınlanmadı ve ilk defa günümüz Türkçesiyle yayınlanmaktadır. İkinci risâle “Usul-u Tarikat ve Rumûz-u Hakikat” isimli risâledir. Burada ise hakiki tasavvuf ve tarikatın ne olduğu zâhir ve bâtın ayrımı ile suret ve siret farkı içerisinde seyr-i sülûk ile kişinin yaşayabileceği bazı değişiklikler ele alınmaktadır. Üçüncü risâle ise “Şerh-i Esma-i Hüsna Aşera” isimlidir. Cenâb-ı Hakk’ın on iki isminin zâhirî ve bâtınî sırlarını açıklayan bir risâledir. Eserin dördüncü risâlesi ise seyr-i sülûk sürecinde sâliklerin geçmeye çalıştığı nefsin mertebelerinin ele alındığı ve bu aşamalarda görülebilecek rüyaların nelere işaret ettiğine dair “Risâle-i Etvâr-ı Seba” isimli risâledir. Eserin son kısmında ise tasavvufun en derinlikli ve çetrefilli konularından olan “Risâle-i Vahdet-i Vücûd” risâlesi vardır. Risâlelerin hacmi küçük olsa da ehemmiyeti ve kıymeti büyüktür.

Risâlelerde çok farklı ve çeşitli temalar ele alınmaktadır; marifetullah, nefis terbiyesi, seyr-i sülûk, ilahi aşk, vahdet-i vücûd, vb. konular. Ama aynı zamanda bu metinlerde toplumsal ve ahlaki öğütler, teşbihler ve rümûzlu anlatımlar da görebiliyoruz. Mısrî’nin dili, hem dîvan şiirinin inceliğine hem de halkın anlayabileceği bir dile sahip olduğundan anlaşılması da gayet şeffaf ve açıktır. Hazretin bu iki dili birleştirmesi, o’nun dilini daha da güzelleştirdiği gibi eşsiz bir hale getirmektedir.

Eseri hazırlarken latin harflerine aktarma sürecinde ve sadeleştirme yaparken nasıl bir yöntem izlediniz?

Tasavvufun derinlikli meselelerinin ele alındığı risâlelerde anlamın kaybolmaması için mümkün olduğunca tasavvuf kavramlarına dokunmamaya çalışarak kavramların ve metinlerin özüne dokunmadan günümüz insanının daha iyi anlaması adına günümüz cümle yapısıyla bugünkü dile aktarma yolu seçildi. Ayetlerin, hadislerin, kelam-ı kibarların ve mümkün olduğunca şiirlerin kaynakları dipnotlarda verildi. Bazı cümlelerin ve kavramların daha iyi anlaşılması adına dipnotlarda bazı açıklamalarda bulunuldu. Bu yüzden aslında elinizdeki eser hem tarihi bir kaynak hem de akademik unsurları da olan günümüz insanının anlayabileceği bir dil ile bugünün ve yarının okuyucuları için hazırlanmış oldu. Tasavvuf ne kadar kâl ilmi değil hâl ilmi olsa da bu eser, Osmanlı tasavvuf tarihinde mühim bir yeri olan Mısrî’nin kendi yazdıkları ile görüşlerini sunarak tasavvufu da anlamak bilmek isteyenlere kısa, özlü ve derinlikli bir anlatımla tarihi bir kaynak hüviyetini taşımaktadır.

Buhranlı bir yüzyıl

17. yüzyılda Osmanlı’da neler oluyordu?

17. yüzyıl, Osmanlı için, değişimlerin, dönüşümlerin olduğu askeri, siyasi ve ekonomik ve sosyal açılardan buhranların olduğu bir dönemdi. İstikrarsızlık, askeri başarısızlıklar ve iktisadi sıkıntılar halkı bunaltmıştı. Hatta 17.yüzyılın sonunda Osmanlı’da ilk toprak kayıpları da başlamış oldu. Bu dönemde tarikatlar ise muhtelif yerlerde kurdukları kollarıyla topluma yayılarak tesirlerini artırmıştı. Ancak entelektüel alanda ise büyük bir kutuplaşma vardı. Bir yanda Kadızâdeliler adıyla bilinen, tasavvufu, müziği, sanatı, hatta kahve, tütün, sema, devran, cehrî(sesli) zikri bile yasaklamaya çalışan zâhid bir grup; diğer yanda ise Abdülmecid-i Sivâsî gibi isimlerin temsil ettiği, tasavvufun manevi derinliğini savunan sûfîler... İşte Mısrî, bu ikinci grubun en cesur ve en etkili seslerinden bir gönül insanıydı. O, sadece Kadızâdelilerin baskılarına değil, aynı zamanda her türlü haksızlıklara ve yanlışlara da karşı çıkıyordu. Mısrî, sema, devran ve cehrî(sesli) zikrin yasaklanmasına karşı çıkmıştı. Bu da o’nu açık bir hedefe dönüştürüyordu. Halvetiyye’nin dört ana kolundan Ahmediyye’nin Mısriyye kolunun pîri olan Niyâzî-i Mısrî, Osmanlı tasavvuf tarihi içerisinde döneminde ve sonrasında birçok sûfîyi de etkileyen kapsayıcı bir ruhtu. Dîvanı hemen her tarikte okunmakla birlikte diğer tariklerde de kendisinden feyizlenenler oluyordu. Bir diğer taraftan da Mısrî’ye tasavvufun iç halkasında söylenen hakikatleri ifşa etmemesi gerektiğini söyleyeyen İsmail Hakkı Bursevî gibi devrin ileri gelen sûfîlerinden kendisine yönelik bazı eleştiriler de gelebiliyordu. Ancak Mısrî’nin ilahi sırları kimseye aldırış etmeksizin dillendirmesi ve doğru bildiğini her daim söyleyerek eleştiriler yapabilmesi Osmanlı tasavvuf tarihinde kendisini özgün bir yere taşımıştı.

Mısrî’nin tükenmeyen mirası

Peki, Niyâzî-i Mısrî’nin günümüzdeki insanlara mirası nedir? Hazret kendisinden sonra kimleri etkiledi ve bugün bize neler söylemektedir?

Tarihte bazı dönemlerde ortaya çıkan büyük şahsiyetler, sadece yaşadıkları çağ, coğrafya ve dönemle anılmakla kalmaz, çağlarının ve yaşadıkları toprakların da ötesine geçerek gelecek nesillere de fener olurlar. İşte 17. yüzyıl Osmanlı dünyasının büyük mutasavvıfı, Türkçeyi en iyi kullanan şairlerden Niyâzî-i Mısrî, öylesine aydınlatıcı bir fenerdir. İlk olarak, o bize dinin ve maneviyatın toplumsal adalet ve ahlak talebinden ayrı düşünülemeyeceğini hatırlatmaktadır. İkincisi, günümüzün basit, tekdüze ve yüzeysel anlayışlarının aksine, bu topraklarda kültür ve medeniyetimizin ne kadar derin ve zengin düşüncelere de sahip olduğunu göstermektedir. Üçüncüsü ise, kaybettiğimiz, unuttuğumuz veya korktuğumuz hakikati bize yeniden hatırlatarak dünyadaki zalimlere karşı mazlumların, vicdanın ve hakikatin sesini yükseltme cesaretini bize aşılamaktadır. Mısrî’nin mirası iki yönlüdür. İlkin kurduğu Mısriyye tarikatı koluyla tasavvuf geleneğini sürdürmesidir. İkincisi ise hemen herkesin istifade edebileceği dîvanı ve risâleleridir. Bugün kendisinin bize ne söylediğine gelince, Mısrî, unuttuğumuz bazı değerleri bizlere hatırlatmaktadır: İrfanî ve hikemî bilgi ve manevi cesaret.

Mirasına sahip çıkabilmek mümkün

Hazretin mirasına sahip çıkabilmek adına neler yapılabilir?

Hazretin bize bıraktığı en önemli mirası olan külliyatının bir an önce günümüz Türkçesiyle yayınlanması, etkili ve üretken araştırma merkezlerinin olması, Bursa’daki dergâhının yıkılıp PTT binası olarak kullanılıyor olmasının önüne geçilmesi, kendi mezarının olması, gayretli ve duyarlı gönüldaşlarla birlikte çözülebilir olsa gerek. Yapılabilecek diğer faaliyetler ise UNESCO Niyâzî-i Mısrî anma yılı ilan edilmesi, filminin ve belgeselinin çekilmesi, adına ödüllü araştırmaların, tezlerin, makalelerin, kitapların, yayınların, sempozyumların yapılması belki de Niyâzî-i Mısrî’nin hikmet ve irfanından daha fazla istifade edebilmeyi sağlayabilecektir.

Hazretin düşünceleri, günümüzün sığ ve bayağı anlayış, ayrışma ve çatışmalarına karşı, evrensel bir kapsayıcı ruh, gönül ve vicdan arayışına rehber ve ilham kaynağı olabilecek gücü fazlasıyla içinde taşımaktadır.