Sonuçtan değil süreçten sorumluyuz

Fatma Bayram’ın kaleme aldığı “Elimden Ne Gelir?” kitabı Ketebe Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluştu. Kitap, “Elimden ne gelir?” sorusunu bir çaresizlik ifadesi olarak değil, bilinçli bir iç muhasebe ve eyleme dönüşen bir arayış olarak ele alıyor. Bayram, “İnsanın eylemleri, imanı ve ilkeleriyle uyumlu olmadıkça kalıcı bir değer taşımaz. Kendi kararlarımızı ve davranışlarımızı sorgulamak tekâmülün yoludur” diyerek “Elimden Ne Gelir?” kitabında bireyin hem kendi iç dünyasında hem de toplumsal hayatta elinden geleni fark etmesinin önemine dikkat çekiyor. Bayram, ayrıca “Prensip olarak biz sonuçtan değil, süreçten sorumluyuz” ifadeleriyle bireysel sorumluluk ve bilinçli eylemin altını çiziyor.

Dilber Dural
Fatma Bayram.

Elimden ne gelir? sorusunun cevabı önce kendini tanımaktan geçer. İnsanın eylemleri, imanı ve ilkeleriyle uyumlu olmadıkça kalıcı bir değer taşımaz. Kendi kararlarımızı ve davranışlarımızı sorgulamak tekâmülün yoludur. Bu muhasebe, hayatın her aşamasında bizi yeniden yönlendirir. İman; kalple sınırlı kalmayarak akılda ve davranışta da karşılığını bulmalıdır. İçinde bulunduğumuz bu dünya imtihanında; kalbi diri, aklı esarete düşmemiş, vicdanı körelmemiş herkes, samimiyetle aynı soruya yönelir: “Ben ne yapabilirim?” ya da “Ne yapmalıyım?” İşte bu noktada Ketebe Yayınları etiketiyle yayınlanan, Fatma Bayram’ın kaleme aldığı “Elimden Ne Gelir?” kitabı, bu sorunun bir çaresizlik ifadesi olmaktan çıkıp bilinçli bir arayışa dönüşmesi gerektiğini anlatıyor. “Elimden Ne Gelir?” bireyin hem kendi iç dünyasında hem de toplumsal hayatta elinden gelenin ne olduğunu fark etmesini sağlayan bir rehber. Alışkanlıklarımızın tuzağına düşmeden, hazların cazibesine kapılmadan, ilahi ilkelerle uyumlu bir hayat sürmenin gerekliliğini, bazen sadece “yeter” diyebilmenin bile büyük bir irade olduğunu; bazen de küçük bir boykotun, doğru bir sözün ya da sağlam bir alışkanlığın hayatı değiştirecek güç taşıdığını hatırlatıyor.

Bakışımız şefkat ve nezaket olmalı

“Elimden Ne Gelir?” aslında çoğu insanın acizlik anlarında sorduğu bir soru. Siz bu ifadeyi bir teslimiyet değil, bir başlangıç noktası olarak kullanıyorsunuz. Neler söylemek istersiniz?

Yakın ve uzak çevremizde olan biten karşısında her bireyin yapabilecekleri olduğuna inanıyorum. Kişileri sistem karşısında çaresiz hissettiren “elinden ne gelir ki” sorusunun ciddiye alınarak hepimizin elimizden gelene odaklanmasının dünyayı değiştiremesek bile inanç-davranış bütünlüğü açısından kendimiz için çok şey ifade edeceğini dile getirmek istiyorum. Evet, dünyayı değiştirebilsek çok güzel olurdu ama diyelim ki değiştiremedik, yani görünüşte yenildik, eğer elimizden geleni ortaya koymuşsak Allah’ın huzuruna bomboş bir elle gitmeyeceğimiz için yine de kazançlı olduğumuzu vurguluyorum. Prensip olarak biz sonuçtan değil, süreçten sorumluyuz. Ayrıca hikâyesi kayıtlara geçmiş her çaba bir başkasına ilham olma gücünü sonsuza kadar içinde taşır. İyilerin yalnız olmadığını peygamber ve beraberindekileri meleklerle desteklediğini anlatan Yüce Rabbimize güvenerek biliyoruz. Elinden gelene odaklanmak ve kazanır kazanmaz hesabı yapmadan o eylemi ortaya koymak Allah’a güvenen insanın kaçınamayacağı bir zorunluluktur. Bu sadece İslam dünyasının devasa sıkıntılarıyla değil, günlük hayatımızda rızık endişesi, çocuklarını düzgün yetiştirme, akrabalarıyla güzel ilişki kurma gayreti gibi her sahada geçerlidir.

“Sorumluluk” kavramını sürekli yeniden tanımlıyorsunuz. Ancak bunu bir yük değil, bir farkındalık biçimi olarak ele alıyorsunuz. Sizce insanın “elinden geleni yapmak”la “Allah’ın takdirine teslim olmak” arasındaki çizgi nerede başlar, nerede biter?

Bu sorunun cevabı aslında çok kolay. Allah’ın takdirine teslim olmak elinden geleni yaptıktan

sonradır. Bize düşeni yapmadan her işi kader kısmete havale etmenin Allah’ın bizden istediği

teslimiyet olmadığını seneler önce Ömer Ferit Kam’ın bir yazısında çok güzel bir formül şeklinde

okumuş ve içselleştirmiştim. Şöyle diyordu: Kullar diyor ki “bakalım Allah ne gösterecek” Allah da

diyor ki “bakalım kullarım ne yapacak?” Üzerimize düşen sorumlulukları o konuda sonuç almakla

bütünleştirdiğimiz zaman sorumluluk taşıyamayacağımız kadar ağırlaşıyor. Böyle olunca ya onu taşımaktan en başta vazgeçiyoruz ya da karamsar ve mutsuz insanlara dönüşüyoruz. Oysa Kur’an bize gerek kıssaların içinde gerekse prensip olarak sonuçların Allah’a ait bize düşenin ise sadece gayret

olduğunu gösterir.

“Elimden ne gelir?” sorusunu tevbe/cihad bağlamında nebevî bir yöntemle ilişkilendiriyorsunuz. Bu perspektifi günlük kararlarımızda nasıl uygulayabiliriz?

Bilirsiniz, bugün modern psikoloji (aslında stoacılardan beri bilinen) bir tavsiyenin altını çizerek dikkatlerimizi ilgi alanından etki alanına çekmeye çalışıyor. Mesela başkalarını dönüştürmek gibi gücümüzün yetmeyeceği alanda mesai harcamak yerine enerjimizi ve vaktimizi etkili olabileceğimiz alanda harcamayı tavsiye ediyorlar. Tabii burada kilit soru, kişi kendinin, kapasitesinin ve imkânlarını ne kadar farkında, sorusudur. Tevbenin bir dönüşüm, cihadın da her seviyede gayret olduğunu hatırlarsak bu kavramların kendi etki alanımıza dönmek için çok gerçekçi bir yol haritası sunacağını görebiliriz.

“Surlarımızdaki gedikler” metaforu kitabın en güçlü imgelerinden biri. Bu gedikleri sadece ahlaki zayıflık olarak değil, duygusal ihmallerin sonucu olarak da okuyabilir miyiz? Özellikle inanan bireyde hangi duygusal boşluklar en kolay ‘gediğe’ dönüşüyor?

Aklıma ilk geleni söyleyeyim. Mesela sürekli onay ve beğeni ihtiyacı en büyük gediklerimizden biridir. Etrafımızdaki herkese hatta küçük bir çocuğa bile bizi istediği gibi yönlendirme imkânı verir. Yalan, aldatma, sahte imaj gibi birçok ahlaki zayıflığı kendimiz için gerektiğinde başvurulabilir ihtimaller dahilinde görmemizin temelinde bu onay ihtiyacı vardır. Hatta kulağa aykırı gibi gelebilir ama kibir bile böyledir. Zaten işin ehline sorarsak her ahlaki zayıflık duygusal bir boşluğun üzerinde gelişir. Bu nedenle İslam eğitimcileri özellikle küçük çocuklar için din eğitiminin aslında bir duygu eğitimi olduğunu söylerler. Kanaatimce sağlam dindarlık ancak sağlam bir karakterin üzerine inşa edilir. Karakterdeki her zayıflık dindarlığımızda falsolar olarak ortaya çıkar. Yine de Rabbimize çok şükür ki O, bizi bütün hafifletici nedenlerimizle birlikte değerlendirecektir. Zira bazen yaralar o kadar derindir ki fark ettiğimizde düzeltmek için çok zamanımız kalmamış olabilir. O yüzden herkese öncelikli bakışımız şefkat ve nezaket olmalı. Kendimize bile.

Peygamberin örnekliği ölçülerimizin şaşmaması için hayati önemde

“Kur’an neden kıssa anlatır?” sorusuna verdiğiniz cevaplarda anlatının dönüştürücü gücünü vurguluyorsunuz. Peki bugünün Müslüman anlatısı neden çoğu zaman didaktikleşiyor? Sizce hikâye anlatmakla nasihat etmek arasındaki fark nasıl kayboldu?

Burada haddimi aşan büyük sözler etmek istemiyorum. Okuyucular bilsin ki şimdi söyleyeceklerim ilmi değeri olamayan kişisel sezgilerimdir. Sadece çocukların meşgalelerine ve onlara sunduğumuz hayal dünyasına baktığımda dini anlatırken kıssalar, masallar, destanlar ve şiirlerin etkisinin yok dereceye indiğini, onun yerine daha kitabi bilgileri vermenin tercih edildiğini görüyorum. Evet güçlü bir çocuk yayıncılığı var ama içerik olarak halen yabancı yapımlar çocuklar tarafından daha çok beğeniliyor. Kıssa ve masallarımızın her devirde çeşitli formlarda yeniden üretilmesi gerektiğini düşünüyorum. Sonuç olarak ne kadar zayıflarsa zayıflasın hikâye anlatıcılığının İslami öğretinin evrenselliğinin önemli bir unsuru olduğu inkar edilemez. Prensipler şuur altına hikâyeler yoluyla yerleşir ve içselleştirilir. Edebiyat ve sinema alanında bu iki alanın kalite standartlarının altında kalmadan kendi değerlerimizi tema olarak ele alan eserlerin artması ve yaygınlaşması en büyük dualarımdan biridir.

Düşüncede, tüketimde, duyguda sık sık “ölçü” kavramına dönüyorsunuz. Ölçüsüzlüğün bu kadar yaygın olduğu bir çağda, ‘ölçü’ kavramını kaybetmeden nasıl yaşayabiliriz?

Allah evreni bir ölçüyle yarattığını söyler. Sünnetullah kavramı da bir yönüyle Rabbimizin kendisine koyduğu ölçü ve kurallar demektir. Ölçü olmadan bilim olmaz. Bilim ölçmeye dayanır. Aklımız ölçüyü kabul ederken dürtüsel nefsimiz şiddetle karşı çıkar. Gazali’nin de belirttiği üzere insanın kemali ancak aklı nefse hakim kılmak suretiyle gerçekleşebilir. (Buraya itirazlar olacaktır. Klasik alimlerimizin aklı kalpten ayrı düşünmediklerini belirtmek isterim.) Bana göre aklı başında hiç kimse ölçüsüzlüğü savunmaz. Sorun şuradadır: Hangi ölçü, kimin ölçüsü? Bu nokta imanımızla alakalıdır. Herkes ölçü üretecek mertebede (ictihad mertebesi) olamayacağına göre peygamberin örnekliği ölçülerimizin şaşmaması için hayati önemdedir. İslama yönelik saldırıların bu noktada odaklaşması boşuna değildir.

Yenilenmenin bir erdem olması için yönünün doğru belirlenmiş olması gerek

Kitabın genelinde sürekli bir “yenilenme” çağrısı var. Tövbe, nefis muhasebesi, alışkanlıkların gözden geçirilmesi… Neler söylemek istersiniz?

Yenilenmek tek başına bir erdem değildir. İlerleme de böyledir. Nereye doğru ilerlediğimize bakmadan sadece ilerlemeye, değişime, yenilenmeye odaklanmak son derece hazcı, ben merkezli, bireyselci, insanı tanrılaştıran bir sistemde bizi esfelissafiline kadar götürebilir maazallah. Yenilenmenin bir erdem olması için yönünün doğru belirlenmiş olması gerekir. Inna lillah ve inna ileyhi raciun ifadesine iman etmiş biri için ideal yenilenme Allah’ın huzuruna olabildiğince tertemiz çıkmayı sağlayan bir devinimdir. Alışkanlıkların kadere dönüşmesi gerçeği bir başlangıç oluşturması açısından önemlidir. Yani yenilenmeye nereden başlayacağımızı gösterir.

Kendimizden kaçıyoruz

Kitap boyunca insanın kendi kendine hesap sormasını teşvik ediyorsunuz. Günümüz insanının “muhasebe” yapamamasının temel sebebi sizce nedir? Zaman mı, korku mu, yoksa modern dünyanın gürültüsü mü?

Bunun birçok faktörden kaynaklandığını düşünüyorum. Mesela insanın sürekli kendini savunması ve kendi vicdanında hep haklı çıkması bu muhasebenin işlevsiz kalmasının bir sebebiyken bunun tam tersi olarak tüm dünyada olan bitenden kendini sorumlu görmesi de aynı şekilde bir işlevsizlikle sonuçlanıyor. Birinde benim bir suçum yok, öyleyse yapabileceğim bir şey yok diye düşünürken diğerinde ben zaten berbat biriyim, elimden bir şey gelmez, diyebiliyor. Sürekli meşguliyetin yani dünyanın gürültüsünün de önemli bir etken olduğu kanısındayım. Mesela kendimizle en güzel baş başa kalabileceğimiz bir fırsat olan yürüyüşleri bile ya başkalarıyla ya da kulağımızda kulaklıkla yapıyoruz. Adeta kendimizden kaçıyoruz.

Ses tonu iletişimin görünmeyen boyutu

“Karakterin sese yansıması” kısmında ses tonunu iç dünyanın izdüşümü olarak yorumluyorsunuz. Bugün toplumsal tartışmaların, özellikle dijital ortamda, “sese” bu kadar gürültü bulaşmasının ardında nasıl bir ruh hali var?

Özellikle yazılı mesajlarda ses tonumuzu uygun bir dile dönüştüremezsek ses tamamen kayboluyor. Yazılı mesajlarda birçok iletişim kazası bu nedenle gerçekleşiyor. Biz Peygamberimizin hutbelerini veya sahabesiyle yaşadığı olayları okurken de onun sesini duymuyoruz ama olayı bize aktaran ravilerin (Allah onlardan razı olsun) onun ses tonuyla ilgili detayları da rivayetlerine eklediklerini görüyoruz. Ses tonu iletişimin çok önemli bir parçasıdır. Biz aynı cümlede birinin kibrini veya merhametini sadece ses tonu veya jestler gibi kelimeler dışındaki mesaj kanalları sayesinde görürüz. Bu nedenle hızla mesajlaşırken veya bir yerlere yorum yazarken ses ve duyguları aktarma konusunda daha dikkatli olmalıyız.