Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, kişisel internet sitesinde İsmet Berkan'ın 'İnsan uygarlığının kısa tarihi' adlı kitabına dair yeni bir inceleme yayımladı.
Ülker, yazısında şu ifadeler yer verdi;
SAPERE AUDE: BİLMEYE CESARET ET!
İnsan Uygarlığının Kısa Tarihi (*) Kitabından yola çıkarak tarihte gezinti yapmaya devam ediyoruz. Nedir yüzyıllardır olup biten? En önce “insan merkezlilik” var; insanın ve düşüncesinin dinin boyunduruğundan görece özgürleşmesi yani. Matbaa sayesinde bilginin daha hızlı ve ucuz el değiştirmeye başlaması var. Sonra devletin ve iktidarın kökeninin tanrısal olmaktan çıkıp dünyevileşmeye başlaması var. Descartes sayesinde gerçeğin tekelinin kilisenin elinden alınıp düşünen ve şüphe duyan insana verilmesi var. Bilimsel düşünce sayesinde gündelik hayattan evrenin işleyişine kadar pek çok “kutsal sırrın” insan aklıyla çözülmeye başlaması var.
Bütün bunların arka planında da ticaret burjuvazisinin gelişmesi; burjuvaların, kilisenin ve kralların boyunduruğundan kurtulmaya çalışıp daha fazla ticaret yapmak, daha fazla zenginleşmek istemesi var.
Bütün bu gelişmeler, neredeyse eş zamanlı olarak Avrupa’nın pek çok ülkesinde benzer görüşler üreten insanların ortaya çıkmasına yardımcı oldu. Akıl Çağı veya Aydınlanma Çağı’nı mümkün kılan büyük düşünürlerden bazıları, Francis Bacon, Rene Descartes, John Locke ve Spinoza’ydı. Aydınlanma Çağı döneminin büyük düşünürleri ise Denis Diderot, David Hume, Immanuel Kant, Jean Jacques Rousseau, Adam Smith ve Voltaire oldu. Zaten Descartes’la birlikte başlayan “rasyonalizm” yani “akılcılık” felsefesi, büyük Alman filozof Immanuel Kant’ın Aydınlanma’yı anlattığı meşhur makalesinin başlığına yansır: “Sapere aude”. Roma çağında yazılmış bir şiirden gelir bu başlık. Çevirisi, “Bilmeye cesaret et” diye yapılabilir.
Ama tüm bunlar aslında Batı ile sınırlıdır. Bu görüş ve düşünceler ancak yüzyıllar sonra Doğu’da tatbik sahası bulacaktır. Bu, iletişimsizlikten veya gerek duyulmamasından mı olmuştur? Önyargıları ve değer yargılarını içine katmadan araştırmak gerekir.
1770lerde Amerika’daki Britanya kolonileri, Londra’daki parlamento ve kralın kendilerine bir çeşit damga vergisi getirmesine karşı ayaklandı. “Bizim içinde temsil edilmediğimiz bir parlamento bize vergi koyamaz” dedi Amerika’daki koloniler. İstedikleri, Britanya parlamentosunda temsil edilmekti.
Amerika’daki o koloniler çoktan kendi işlerini düzenlemek için Britanya’yı örnek almış, her bir koloni kendine birer parlamento benzeri yapı kurduğu gibi, bir de bütün kolonilerin temsilcilerini bir araya getiren, düzenli olarak toplanan bir “Kongre” de oluşmuştu. Yani kendi iç işlerini kendileri görüyorlardı.
1776 yılının 4 Temmuz günü o Kongre, Amerika’daki kolonilerin Büyük Britanya’dan bağımsızlığını ilan etti.
Jefferson’ın yazdığı Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, “Bütün insanlar eşittir,” diye başlar ve devam eder:
“Ve yaratıcısının ona verdiği inkâr edilemez haklara sahiptir. Bu haklar, yaşama, özgürlük ve mutluluğu arama haklarıdır”
Amerikan anayasası birkaç temel prensip üzerine kuruludur; birincisi ve en önemlisi, Montesquieu’nün “kuvvetler ayrılığı” ilkesidir. Yasama, yürütme ve yargıdan oluşan devlet gücü birbirinden kesin çizgilerle ayrılacaktır. İkinci önemli ilke, din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Ve son olarak da, düşünceyi ifade özgürlüğünün sağlanmasıdır.
Amerikan Devrimi’ni 1789da Fransız Devrimi izler. Temel farkı, monarşiyi yıkan bir devrim olmasından gelir.
Kapitalist İnsan Doğuyor
İktisat tarihinde özel bir yeri olan “merkantilizm” bir çeşit yağma dönemiydi. İspanyollar ve Portekizliler, Orta ve Güney Amerika’yı yağmaladılar. Çalınacak daha fazla altın ve diğer ürün kalmayınca, İspanya ve Portekiz açısından deniz de bitti.
Ama İspanyol ve Portekizlilerden çok sonra ve çok daha ufak çaplı yerleri kendine sömürge edinen Britanya ile Hollanda, gittikleri yerlerde yağmalanacak çok fazla şey de olmamasının etkisiyle tamamen farklı bir yöntem izlediler. Onlar, sömürgelerinde üretim yapmaya ve yaptırmaya başladılar.
Kapitalizmin özü budur: Özel sermayenin üretim araçlarına sahip olması, üretimin emeğini satan işçiler tarafından gerçekleşmesi ve bütün bunların kâr için yapılması.
Dış ticaret açısından baktığınızda dünya ekonomisi toplamı sıfır olan bir oyun (zero-sum game). Yani birisinin kazancı, mutlaka diğerinin kaybı anlamına geliyor. Yıl sonunda dünya çapında tutulan muhasebe defterine baktığımızda, dünya üzerinde verilen ticaret fazlası ile ticaret açığının birbirini dengelediğini görürüz. Aynı şey, ticaret dışı para akımlarını da hesaplayan cari işlemler dengesi için de geçerlidir. Dünyada bazı ülkeler cari işlem fazlası verirler, bazıları da açığı. Toplam cari işlem fazlası ile toplam cari işlem açığı birbirine eşittir. Birinin kazancı, diğerinin kaybıdır.
Gelin Tartışalım: Osmanlı Müslüman Olduğu İçin mi Kapitalizmi Kuramadı?
Yekpare bir Doğu olmadığı gibi yekpare bir Batı da yok. İspanya ve Portekiz gidip Orta ve Güney Amerika’yı yağmalayarak tonlarca altın getirdiler buraya, başka pek çok şeyle birlikte. Ama çok daha geriden gelen Büyük Britanya ve Hollanda, sömürgecilik işinde daha başarılı oldu.
Öte yandan, binlerce yıllık geleneğe sahip, çok büyük ve çok zengin Güney Amerika uygarlıkları, birkaç yüz tane İspanyol hayduda diz çöktü, teslim oldu.
Batı Avrupa’dan bin yıl önce, dehşet büyüklükte bir ticaret ve sulama kanalı inşa edip tarımsal üretimini inanılmaz verimli seviyelere çıkartmış olan, merkezi yönetimi ve bürokrasiyi mükemmelleştirmiş büyük bir uygarlık olan Çin ise feodalizmden kapitalizme geçmedi.
Sömürge olmamak ve kendi kültürünü kaybetmemek için kendini yüzyıllarca dünyaya kapatan Japonya, 19. yüzyılın ortalarında hâlâ kılıç-kalkan ve ok-mızrakla savaşıyordu; ama çelikten yapılmış, kömür yakan ve buharla çalışan, üzerinde kocaman topları olan Amerikan savaş gemilerini gördüklerinde değişmek gerektiğini anladılar. Birkaç on yıl içinde yapılan reformlardan sonra Japonya, Batı Avrupa’nın yüzlerce yılda kat ettiği mesafeyi 40-50 yılda geçti. Japonya, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda ağır sanayisi, uçak gemileri, devasa ekonomisi olan bir büyük güç olarak rol aldı.
Osmanlı, 16. yüzyılın başına kadar dünyanın en büyük askerî ve ekonomik gücüydü. Sadece bütün Akdeniz ve Karadeniz’i kontrol etmiyordu; Kızıldeniz’den Afrika kıyılarına kadar ticaret de ondan soruluyor, Hint Okyanusu’na açılıyor, Batı’dan gelen tehditle başa çıkabilmek için bugünkü Endonezya ve Malezya’ya İslam’ı taşımaya çalışıyordu.
Ama o Osmanlı, 16. yüzyılın başından itibaren göreli üstünlüğünü kaybetmeye başladı. Osmanlı, Batı karşısındaki gerilemesini hep askeri teknolojideki gerilemesine bağladı, çareyi hep askerî teknolojisini yenilemek için aradı ve sonunda çöktü. Bugün Osmanlı’nın küllerinden bin bir emekle ortaya çıkarılan ve temelde Batı modelini benimsemiş Cumhuriyetimizde yaşıyoruz, hala Batı ile aramızdaki farkı kapatmaya çalışıyoruz.
Tarih sahnesinde bir dev: Osmanlı İmparatorluğu
Osmanlı bir bölgeyi fethettiğinde bu bölgeyi kendi yönetimi altına alıyor ve buraya kendi kültürüyle yerleşmeye çalışıyordu. Hemen buraya nüfus aktarılıyor, temel ekonomik faaliyetlerin kısa sürede yeniden başlaması isteniyordu. Osmanlı sınırının ötesindeki bir krallık veya prenslik eğer Osmanlı otoritesini kabul ederse, o kral veya prens yerel lord gibi yerinde bırakılıyor, ülkesi her yıl Osmanlı’ya düzenli vergi ödemek zorunda kalıyordu.
Osmanlı Hristiyanlarla savaşarak meşruiyet devşiriyordu. Anadolu’daki diğer Türk beylikleri kendisini rahatsız etmedikçe dönüp Doğu’ya bakmıyordu. Bu rahatsızlık, 1. Selim, yani Yavuz Sultan Selim döneminde ciddi biçimde hissedildi, çünkü Şah İsmail ve Akkoyunlular sadece askerî ve ekonomik rakip değildi, aynı zamanda dinî bir rekabet de vardı. Bu Şii devlet Anadolu’da kolayca taraftar bulabiliyordu. Yavuz Sultan Selim, sadece Şah İsmail’e ve devletine son vermekle kalmadı, Anadolu’da çok ciddi bir dinî katliam da yaptı. Daha sonra Sultan Selim, bu dinî rekabeti tamamen bitirecek şekilde Mısır’daki Memlük Devleti’ne de yöneldi ve Halifeliği alıp gelerek din kaynaklı rekabeti kesin biçimde sona erdirdi, Osmanlı’yı geri dönülemeyecek biçimde Sünni İslam’ın parçası yaptı. Oysa o zamana kadar Osmanlı’da daha çok Bektaşi anlayışının resmî kabul gördüğü bir anlayış vardı. Anadolu’daki Türkmenler ise bugünkü Alevi inancının ilk temsilcileriydi.
Kuruluştan o güne kadar ortaya çıkan kurumlarıyla Osmanlı hiç kuşku yok ki 1566 yılında dünya üzerindeki en modern devletti, gücü ve etkisi sadece Roma İmparatorluğu ile kıyaslanabilir bir süper devdi.
Bir yanıyla müthiş bir “Osmanlı Barışı” sağlıyordu yönettiği topraklarda, bir yanıyla da dünyanın geri kalanıyla sürekli bir savaş halindeydi.
Osmanlı neden kapitalist olamadı?
Avrupa şehirlerindeki tüccar ve zanaatkar, uzun mücadelelerin ardından güçleri dağınık olan krallara ve lordlara karşı bir dizi hak elde ederken, Osmanlı’nın güçlü merkezî yönetimi yerel güçlere benzer hakları tanımıyordu. Hatta Osmanlı bir kişi veya ailenin elinde servet birikmesine de izin vermiyordu.
Avrupa’nın üniversitesi zaman içinde kiliseden bağımsızlaşıp bugün bildiğimiz anlamda üniversiteye dönüştü. Ama bizim büyük ölçüde devlete eklemlenmiş ulema kontrolünde olan medresemiz statükoyu tercih etti, geleceğin bilgisini üretmek yerine geçmişin bilgisini sınırlı sayıdaki öğrenciye nakleden bir kurum olarak kaldı.
Müslüman olduğumuz için mi kapitalizmi başlatamadık?
Türkiye’de kapitalizmin doğmamasını sadece Türklerin Müslüman olmasına ve İslam’ın da bir reform yaşamamış olmasına bağlayanların Max Weber’in kitabını (Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu) başından sonuna kadar okuduğunu da, Avrupa tarihini yeterince bildiğini de sanmıyorum, diyor Berkan. Benzer şekilde kapitalizme geçemeyen diğer Doğu ülkelerinin tarihini de bilmiyorlar, merak da etmiyorlar, diye de ekliyor. Yaptıkları sadece kaba bir din düşmanlığı. Oysa Osmanlı’nın feodalizmi kapitalizme çevirememesi öyle tek bir nedene indirgenemeyecek kadar karmaşık ve dinamik bir tarihi süreçti.
Dünyayı Tamamen Değiştiren Sanayi Devrimi ve Kapitalistlerin Ortaya Çıkışı
Eskinin tarımsal üretime ve bir kısım hammaddeye dayalı uluslararası ticaretinde birdenbire sanayi ürünlerinin ticareti ağırlık kazanmaya başladı. Üretim ve teknoloji öne çıkmıştı. Bu hızla yükselen bir güçtü. Halen sermaye sahipleri ve onlara aracılık ederek üreticilerle buluşturan “kapitalistler” sanayi işletmelerinin sahipleri yani sanayiciler değildi. Birdenbire bankacılık ve finansın tüm diğer alanları da önemli hale geldi. Hiçbir şey üretmeyen, herhangi bir şeyin üretiminde çalışmayan, sadece para ticareti yapan sermaye sınıfı, adına finans-kapital denen yepyeni bir sınıf türemişti.
Öncesinde sanayileşme ise yine yeni bir sosyal sınıf olan işçi sınıfını meydana getirmişti. İşçiler, genellikle köyünden, tarımdan kopup gelen insanlardı, şimdi şehirlerin kenarında fabrikalarda, madenlerde kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışıyorlardı. Bu yeni sınıf, gelecekte etkili bir güç olacaktı.
Emperyalizmin Yeni Şekli
Üretimin ve teknolojinin gücü ve toplumda sosyal sınıfların yeniden şekillenmesi ile sağlanan hızlı zenginleşmenin hedefi yine diğer ülkeler ve halklardı. Artık savaşla ülkeleri fethederek köleleştirme ve gasp etmenin modası geçmiş; yeni hedef o ülkelerdeki insanların ucuza sanayide çalışıp o ülkelerin hammaddeleri ile ucuza üretim yaparak artı değer yaratarak sömürmekti. Yeni emperyalizmde Batı kendinin üstün olduğuna inanıyordu. Bu bakış bugün bile Batı’da hâkim bakıştır. Emperyalizm sömürdüğü ülkelere borcunu ödemeyi hiç düşünmüyor, hatta borçlu olduğunu bile düşünmüyor.
Osmanlı Emperyalizmin Kurbanı mı?
Başlangıcı Duraklama Dönemi’nden alacak olursak Osmanlı’nın çöküşünün 350 yıl sürdüğünü görürüz. Bu sürede Osmanlı kendine göre gerilemeyi veya çöküşü durduracak çareler aradı. Bu çare arayışlarının en yoğun olduğu dönem, Osmanlı’nın son 100 yılı oldu.
Osmanlı’nın çöküşü engellenebilir miydi?
Ancak reformları besleyecek ve sürdürülebilir kılacak bir “kapitalist” destek olsaydı; o zaman Osmanlı üretecek, dış ticaret fazlası verecek ve bu reformları finanse edebilecekti. Halbuki ne üretim vardı ne anlamlı bir dış ticaret hacmi. Osmanlı sürekli borç almak zorunda olan fakir, parasız bir devlet olmuştu. Bu açıdan bakınca evet, Osmanlı’nın batışında emperyalizmin yeni şeklinin payı yadsınamaz. Ama yegâne sorumluluğun emperyalizm olduğunu söylemek de, bizi “Emperyalistler olmasa Osmanlı hâlâ var olurdu.” cinsinden hiç de gerçekçi olmayan bir noktaya getirir.
Olumlu Bir Örnek: Japonya!
Japonlar 30 yılda feodalizmden kapitalist, emperyalist bir sanayi toplumu yarattılar.
O vakit Japonya yurt dışına bir heyet yolluyor, bu heyet Amerika’dan Avrupa’ya her yeri dolaşıyor, oradaki düzeni anlamaya çalışıyor. Hatta Osmanlı’ya da geliyorlar. Dönüşte verdikleri rapor uyarınca reformlar başlıyor.
İlk reform eğitim alanında. Binlerce öğrenci ABD başta olmak üzere Batı ülkelerine gönderiliyor. Aynı şekilde yurt dışından binlerce eğitici getiriliyor ve ülke çapında bir yaygın eğitim seferberliği başlıyor.
Reformların başlamasının üzerinden sadece 30 yıl geçtiğinde, Japonya feodal lordların ülkesi olmaktan çıkmış, ağır sanayisini gerçekleştirmiş, kendi askeri sanayisi olan, hatta hammadde bulmak için emperyalist/ sömürgeci heveslere girmiş bir ülkedir artık.
Ülke kapitalistleşsin diye, bugün çoğunun adını hepimizin bildiği bir grup dev şirket neredeyse devlet eliyle yaratılmış, çok uzun süre ülkeyi gerçekte bu şirketlerin çıkarları yönetmiştir. Ama Japonya kendi değerlerinden ve kültüründen vazgeçmeden, imparatorunu hâlâ devletin birliğinin sembolü olarak orada tutarak modernleşmesini başarmıştır.
Bizde de modern cumhuriyeti kuran ve ayakta tutan kadroların tamamı, Abdülhamid’in kurduğu askerî lise ve yüksekokullardan mezun olmuştu. 1. ve 2. Meşrutiyet ve Tanzimat Fermanı da o vakitlerde yaşanmıştı.
Hep duyardım gençliğimde, Japonya kendi değerlerinden ve kültüründen vazgeçmeden Batılılaşmıştır diye, okulu, askerliği bitirip evlendikten sonra en kısa zamanda Uzakdoğu’ya seyahat ettim. Zira bilhassa Japonya’yı merak ediyordum, nasıl başarmışlar diye.
Bir kere kendi fani krallarına ve güneşe tapanlar için Batılılaşmak çok zor olmamıştı. Örflerini muhafaza ediyorlardı. İçkileri saki ve çaydı. Seremonileri bakiydi. Ahlaki normları batı ile çelişmiyordu; ha geyşalar ha telekızlar, ha shogunların bendeleri (hizmetkarları) ha şirketlerin sadık çalışanları, ha yakuza ha mafya pek fark etmemişti galiba… Batının bireysel, çıkarcı yaşamı artık onlar için de bir gaye ve mutluluk kaynağı olmuştu.
Bizde ise durum farklıydı. Dinimiz Yahudi ve Hristiyanlığın devamı, ama güncellenmiş haliydi ve kutsal kitabımız bozulmamıştı, aynen duruyordu. Asırlık örf ve adetlerimiz Batı ile çelişiyordu. Birbirine rakip uygarlıklardık. Asırlardır savaş halindeydik. Nasıl Batılılaşıp da yenilmemiş olacaktık. Nasıl onların sosyal normlarını hatta felsefesini benimseyecektik de asimile olmayacaktık.
Halbuki Japonlar zaten uzak bir uygarlıktandılar ve asırlar önce tarihte “Kara Gemilere” (Hollandalılar) karşı savaşı kaybetmişlerdi. İkinci Dünya Harbinde de topyekün mağlup olmuşlardı; esas mağlubiyetleri zihni plandaydı. Sonra toparlanıp taklitçilikle çıktıkları yolda, uluslararası ticarette çok muvaffak olmuş; ülkelerini Batılı tarzda yeniden imal etmiş ve çok zenginleşmişlerdi. Ama onları mesafe, bir ada ülkesi olmaları, dil ve alfabeleri, hatta baskın genleri korumuştu.
Şimdi ise artık Batının sanayisine Batı’da sahip oldukları tesisleri (otomotiv) ile sahipler. Onların sofistike içkileri viskide bile onlardan daha iyiler, her konuda global markaları var. Hatta Batı müziği ve sanatında bile dünyanın kabul ettiği şahsiyetler çıkardılar.
Ama iş hayatının nüvesi sayılan aile şirketlerine gelince, Türkiye ve İran’ın doğusunda olan tüm ülkelerde bir Batı hayranlığı ve öykünmesi, hatta affola bir aşağılık duygusu hakimdir.
Osmanlı’nın küllerinden doğan Cumhuriyet
Birincisi, Cumhuriyet, Osmanlı’nın fikir hayatının sonunda ulaşılan bir sonuçtur. Yani Osmanlı’nın gelenekçi ve modernleşmecileri arasında 120 yıldır devam eden tartışma olmasa, belli fikirler belli bir olgunluğa ulaşmamış olsa, padişah ve halifenin ateşkes imzaladığı bir halde Kurtuluş Savaşı da, Cumhuriyet de olamazdı.
İkincisi, Kurtuluş Savaşı ve ardından bağımsızlığı temsil eden Cumhuriyet, ülkeyi işgal eden Batılı emperyalist/sömürgeci güçlere karşı elde edilmiş dünya tarihindeki ilk gerçek bağımsızlık zaferidir. Bu konudaki kafa karışıklığımız ve takdir eksikliğimiz bize mahsus olup tüm dünyada, mesela Küba’da bile bu başarımız takdir edilmektedir.
Üçüncüsü, Batı emperyalizminin alt söylemlerinden biri olan İslam’ın geri, hatta ikinci sınıf bir din olması tezine karşı, Kurtuluş Savaşı, büyük şair Mehmet Akif’in ifadesiyle “İslam’ın son ordusunun” bir zaferidir, bu özelliği hiç küçümsenmemelidir. Sömürgeciliğe karşı elde edilmiş olan bu zafer, dünya üzerinde herhangi bir Müslüman halkın Batılı emperyalistlere karşı elde ettiği son savaş zaferidir aynı zamanda.
Dördüncüsü, Kurtuluş Savaşı’nı kazanan demokratik temsile dayalı bir meclistir. O güne kadar sadece Amerikan Kongre’sinin başardığı bir şeydir bu. Millet olarak savaşmak ve millet olarak bağımsızlığı söke söke almışızdır.
Beşincisi, gerek Kurtuluş Savaşı’nda ve gerek Cumhuriyet’te hem askerî hem siyasi hem de ahlaki olarak bu milletin bir tane lideri olmuştur: Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk’ün şahsında temsil edilen bir vizyondur modern cumhuriyet. İçinde Atatürk’ün olmadığı bir Kurtuluş Savaşı’nı da, bir Cumhuriyet’i de, değil düşünmek, hayal etmek bile imkânsızdır. Lakin Rabbim kimseyi tek adamlık ve sınırsız güçle sınamasın.
Ve altıncısı, en az Fransız Devrimi kadar önemli bir geçmişten kopuştur Cumhuriyet. Saltanatı da, Hilafeti de bir daha geri dönmemek üzere bırakıp, padişahlıktan tek bir seferde modern bir topluma tepeden aşağıya doğru geçiş adımını atan bir devrimdir.
Bu anlamda bütün işgal altındaki ve sömürgeleştirilmiş toplumlar için dönüp bakılan bir örnektir.
Atatürk ve arkadaşları içinse, toplumu dönüştürmek, devlete eski gücünü kazandırmaktan daha büyük bir öncelikti. O yüzden, daha Cumhuriyet ilan edilmeden İzmir’de bir “İktisat Kongresi” toplamak ve kapitalizmin nasıl başarılabileceğini konuşmak, önemi hala yeterince kavranmamış bir hamleydi.
Bardağın dolu tarafına bakanlar açısından Cumhuriyet’in başarıları mucizevi niteliktedir. Yakın zamana kadar tamamen tarım toplumu olan, feodal ilişkilerle yaşayan, bırakın sanayi veya finans sermayesini, doğru dürüst ticaret sermayesi bile olmayan toplumdan bugünün devasa ekonomisine ve tümüyle modern kapitalist ilişkilere dayalı toplumuna gelmek az iş değildi. Batının 300 yılda kat ettiği mesafeyi biz çok kısa zamanda geçtik.
Bardağın boş tarafında ise benzer şekilde kapitalist toplum yaratma yarışına bizden daha geride veya bizimle aynı seviyelerde başlayan Güney Kore gibi, Yunanistan gibi, İspanya gibi ülkelerin sosyo-ekonomik gelişmişlik bakımından gerisinde kaldığımız gerçeği var.
Şimdi tam yeri geldi meşhur fıkranın; malum Arjantin ekonomik olarak zor durumda. Bilmeyenler için hatırlatayım; Arjantin toplum olarak Batılıdır, niye bu durumda olduklarını kendilerine bile izah edemezler. Neyse mecliste çare ararken tarihe bakarlar. Almanya ve Japonya’yı incelerler. Onlar Batı’ya karşı savaşıp, kaybetmiş ve sonra muazzam bir gelişme göstermişlerdir. Hatta 1. ve 2. Dünya Savaşlarında iki kere üst üste! Tamam, işte çözüm, biz de ABD’ye savaş ilan edelim, derler. Tabii muhalefet hemen itiraz eder ve şu önemli saptamayı yapar: Ama ya savaşı kazanırsak, halimiz nice olur?!?
Galiba bize benzemekten korktular. Her şakada bir gerçek payı vardır, unutmayınız. Devam edeceğim. Yukarda yaptığım tartışmalarla ilgili yorumlarınızı bekliyorum.