Ömrünü yazıya ve şiire adayan Ali Ural, yazarlık atölyeleriyle de gençlere yol gösteriyor. “Gizli Buzlanma”, “Körün Parmak Uçları”, “Kuduz Aşısı”, “Mara ve Öteki Şiirler” ve “Kâğıda Sarılı Rüzgar”ın da aralarında bulunduğu çok sayıda esere imza atan Ural, Şule Yayınları ile başladığı yayın hayatında Merdiven Sanat, Kitaphaber, Poetika, Merdivenşiir, Karabatak gibi dergiler çıkardı. Sayısız yazarlık kurslarıyla da istidadı olan kalemlere rehberlik etmeye devam ediyor. Şimdilerde Aya Sanat ve Düşünce Vakfı’nda faaliyetlerini sürdüren Ural’la hem şiir ve yayın dünyasını hem de yazarlık atölyelerini konuştuk. Sezai Karakoç’u kendi kendine konuşarak yürürken gördüğünde bundan çok etkilendiğini söyleyen Ural, “Yıllar sonra Ay Tiradı adlı deneme kitabımın başına şu cümleleri yazdım: Kendi kendiyle konuşmanın bir delilik göstergesi olduğunu düşünenler yanılıyor. Kendi kendiyle konuşamamaktan doğuyor cinnet” dedi.
Sizin için ilk şiir mi geldi yoksa yazı mı? Edebiyat dünyasına girme maceranızdan bahsedebilir misiniz?
İnsan için ilk şiir geldi. Sessiz sedasız geldi, gücünü göstermek için sessizliğin. Gölgesinden rahmet beklenilen ama yine de kimsenin tam olarak anlamadığı bir söz bulutuydu. Herkes bulutu bir şeye benzetti, görmek istediği şeye. Ben çocukken tanıştım şiirle. Bir apartmanın bodrum katındaydı evimiz. Yağmur yağdığında su baloncukları ve ayakkabılar görünürdü camdan. Baloncuklar cam kürelere ayakkabılar kayıklara benziyordu. Güneş açıp dışarı çıktığımda karahindibalar koparırdım karşıdaki boş arsadan ve üflerdim tohumlarına. O kadar büyülüydü ki görüntü, hâlâ hiçbir şeye benzetemiyorum. Apartmanda sadece en üst katta oturan ailenin evinde buzdolabı vardı ve evin çocuğu buzluktan getirdiği buz parçalarını sıcak avuçlarımıza koyardı. Biz çocuklar o buzun eriyişini imrenerek izlerdik. Eriyen şiirdi. Bunu fark ettiğinizde zaten edebiyat dünyasına girmiş oluyorsunuz. Gerisi teferruattır.
KARAKOÇ KENDİ KENDİNE KONUŞUYORDU
Edebiyat dünyası anlattıkça bitmeyen ilginç anılarla doludur. Sizin de unutamadığınız ve etkilendiğiniz bir anınız var mı?
Bizim için etkili olan şeyler başkaları için etkili olmayabilir. Etki biraz da ilgi alanlarımıza ve etkiye hangi ölçüde açık olduğumuza bağlı. Yıllar önce Cağaloğlu’nda rahmetli Sezai Karakoç’u gördüm. Kendi kendine konuşarak yürüyordu. Bu sahne beni çok etkiledi. Neler söylediğini hâlâ merak ederim. Şule Yayınları’na döndüğümdeyse İsmet Özel’le karşılaştım. Ayak üstü sohbet ederken Sezai Karakoç’un kendi kendine konuştuğuna tanık olduğumu söyledim. “O gençliğinde de kendi kendine konuşurdu”, dedi. Yıllar sonra Ay Tiradı adlı deneme kitabımın başına şu cümleleri yazdım: “Kendi kendiyle konuşmanın bir delilik göstergesi olduğunu düşünenler yanılıyor. Kendi kendiyle konuşamamaktan doğuyor cinnet.”
ŞİİRSİZ GÜNÜMÜZ YOKTU
Türkiye’de şiire ilgi var mı? Geçmişle kıyasladığınızda karşımıza nasıl bir tablo çıkar?
Çocukluğumda, daha evlerde televizyon yokken, akraba ziyaretlerinde aile büyükleri şiirler okurdu. Bir bayram halamın eşi İsmail Enişte’den Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiirini nefeslerimiz kesilmiş bir halde dinlediğimizi hatırlıyorum. Şehit Binbaşı Mehmet Emin Bey’in kızıydı babaannem ve kahramanlık şiirleriyle yetiştirdi torunlarını: “Merhum peder güler yüzlü tatlı sözlü kahraman/Rus cengini anlatırdı zabit imiş o zaman…” Anneannem de babası halk şairi Zülâli’den şiirler okurdu bize. “Âşık oldum vatanımın nazına/ Bülbül oldum baharına yazına/Her taşın altında birer hazine/Defineler dolmuş verâne gördüm.” Babamdan da her vesileyle Necip Fazıl şiirleri dinlerdik evde. “Beklenen”, “Tabut” ve “Bendedir,” şiirlerini ondan ezberlemiştim. Demem o ki hayata karışmıştı şiir. Şiirsiz günümüz yoktu. “Bugünkü tablo nedir?” sorunuzun cevabını mefhumu muhalifinden hareketle vermiş oldum sanırım.
ALTMIŞ ÜÇ YILLIK YAYINCILIK
Şule Yayınları ile uzun zamandır yayınevi dünyasında yer alıyorsunuz. Yayıncılıkla ilgili neler söylemek istersiniz? Ve nasıl bir yayıncılık politikası izliyorsunuz?
Şule Yayınları’nı kuralı otuz beş yıl oldu. Rahmetli babamın 1962’de çıkardığı, başyazarlığını Nurettin Topçu’nun yaptığı Şule dergisini mecazi başlangıç olarak kabul edersek, altmış üç yıl olmuş yola çıkalı. Bugüne kadar ilim ve edebiyat ekseninde bine yakın kitap neşrettik. Dört edebiyat ve sanat dergisi çıkardık. Bir kitabı yayımlarken “Bu kitap satar mı?” diye düşünmedik. İmkânlarımız geniş olduğu için değildi duruşumuz. Bu kitap okura ne verir, düşüncesiyle hareket ettik hep. Elbette bunun yayıncılığı hatta hayatı zorlaştıran bir tarafı vardı. O bedele de razı olduk. Dünya ahiretin tarlası madem, uzun vadede kazanırız, diye düşündük. Şule Yayınları, tecrübeli kalemlerin yanı sıra pek çok genç kalemin ilk kitaplarını neşrettiği bir yayınevi. Bu yüzden her daim genç.
BİRKAÇ ÜNİVERSİTELİ GENÇLE BAŞLADIK
Uzun yıllardır devam eden yazarlık atölyelerinde eli kalem tutan birçok insana eğitim verdiniz. Nasıl başladı bu süreç? Ve nasıl devam ediyor?
1995 yılında Şule Yayınları’nda birkaç üniversiteli gençle başladık şiir ve yazı çalışmalarına. Henüz atölye demiyorduk adına, okuma ve eleştiri etkinliğimizdi. Gençler şiir ve yazılarını getiriyor, ben yüksek sesle o metinleri okuyup edebi gerekçelere dayanarak eleştiriyor ve birtakım poetik önerilerde bulunuyordum. Önerilerim arasında okumalarını istediğim şiir kitapları da vardı. 1997’de o gençlerin çalışmalarının da yer aldığı Merdiven Sanat dergisini çıkarmaya başladım. Dergi, genç ve bilinmedik isimlere rağmen dikkat çekti ve ustaların da rüzgârını aldı. Süreç içerisinde dört yıllık bir müfredatı olan yazarlık atölyelerine evrildi bu çalışmalar ve çeşitli kültür kurumlarının bünyesinde devam etti. Daha sonra yayımladığım Merdiven Şiir ve Karabatak dergileriyle çıtası yükseldi eğitim ve yayın faaliyetlerimizin. Şiir, hikâye, roman ve deneme alanlarında yüz elliyi aşkın şair ve yazar, kitaplarıyla büyük Türk edebiyatının bir parçası oldu ve edebiyat kamusunca takdir edildiler.
YAZARLIK ATÖLYELERİ USTA ÇIRAK GELENEĞİ
Yazarlık atölyelerinin sizin için önemi nedir?
Türk edebiyatının yeni ve güçlü kalemlerle ihya edilmesi milli bir meseledir. Türk kültürünün kayıp değerlerinin edebiyat aracılığıyla yeniden kazanılması geç kalınmış bir vatan ödevidir. Yazarlık atölyelerinin usta-çırak geleneğini yaşattıkları ve kendi kültür havzalarına kök saldıkları takdirde milli sanat ocaklarına dönüşebileceğini düşünüyorum. Türk kültür ve edebiyatının geleceği için bu ocakların hayati değeri var. Ancak başarı için muallimlik ilim ve tecrübesiyle talebe sabrı ve sadakatinin yan yana gelmesi gerekir. Sanatın nesilden nesile intikalini sağlayacak olan budur. Kültürümüzde çırak “çerağ”dan gelir. Meşaledir, mumdur ya da ışık veren bir başka varlık. Usta, ruh ve maharet dünyasıyla yaktığı bu ışığı ömrünce koruyup büyütür. Bunu yaparken “çerağ”ın cevherine müdahale etmez. Kendine veya bir başkasına benzetmeye çalışmaz. Mecrasında eğitir onu. Yapılacaklardan çok yapılmayacaklar üzerinden yönlendirir talebesini.
Bu atölyelere ilk başladığınız dönemle şimdiki dönemi kıyasladığınızda, katılımcılarla ilgili nasıl bir yorumda bulunursunuz?
Otuz yıldır her yaştan ve meslekten talebelerimizle yol yürüyoruz. Sanat kimsenin tekelinde değildir. Eğitimi ve sosyal konumu ne olursa olsun gerçek ve ısrarlı bir talep, neticeye götürecek sabırlı bir çalışmanın kapısını aralıyor. Değişen, talebe sayımız ve atölyelerimizin çoğunun online olması.
YENİ ŞAİR VE YAZARLAR TOPLUMDAN KOPUK
Sizin edebiyat dünyasına giriş döneminizle şu anda yazı çizi işleriyle meşgul olanların dönemini kıyasladığınızda, nasıl bir fark çıkıyor karşımıza? Şimdiki edebiyatçıların uğraştığı zorluklar neler?
Şair ve yazar sayısının artması, fakat edebi eser neşreden yayınevlerinin azalması genç edebiyatçıların tanınması ve okunması önünde büyük bir engel oluşturuyor. Dijital yayıncılığın yaygınlaşması, editörlük mekanizmasının devre dışı kalması da edebiyatın irtifası önündeki engellerden sayılabilir. Eskiden şairler toplumun sözcüsüydü. Sözleri kitleleri harekete geçirebilirdi. Yeni şair ve yazarlar toplumdan neredeyse tamamen kopmuş durumdalar.
BİNLERCE KİŞİ İSMET ÖZEL’İ DİNLERDİ
Türkiye’deki kültür sanat dünyasını geçmişle kıyaslayarak yorumlayabilir misiniz?
Lise yıllarım Ankara’da geçti. Okuldan çıkıp arkadaşlarımla Necip Fazıl konferanslarına giderdim. Küçük sinemaları hınca hınç doldururduk. Salonlar havasız, ses düzeni yetersizdi. Fakat öyle bir coşku vardı ki, şair salona girdiğinde yer yerinden oynar, konuşmaya başladığında kurduğu her cümle ruhlarımızda yangın çıkarırdı. Yıllar sonra İstanbul’da İsmet Özel’in “Bir Yusuf Masalı” ve “Of Not Being A Jew” kitaplarını yayımlamak Şule Yayınları’na nasip oldu ve benzer bir coşkuyu kitapların ilk baskısı nedeniyle Tarık Zafer Tunaya ve Cemal Reşit Rey Kültür merkezlerinde düzenlediğimiz şiir matinesinde gördüm. İsmet Özel, şiir kitaplarını baştan sona okuduğunda binlerce kişi çıt çıkarmadan dinliyordu. Sanırım neyi kaybettiğimizi anlamak için nelere sahip olduğumuzu hatırlamamız gerekiyor önce.