KKTC’de ortaöğretimde başörtüsüyle eğitim görmek isteyen öğrencilerin karşılaştığı engeller ve bu konuda yapılan yasal düzenlemenin Anayasa Mahkemesi tarafından iptali, hafızalarımıza ülkemizin yakın tarihindeki acı tecrübeleri getirdi. Büyük mücadelelerle geride bırakıldığı düşünülen 28 Şubat zihniyetinin, “Yavru Vatan” dediğimiz Kıbrıs’ta ortaya çıkması ise şaşırtıcı bir gelişme oldu.
Oysa Kıbrıs’ın İslam’ın ilk yıllarındaki fetihle başlayan ve Osmanlı ile güçlenerek devam eden Müslüman kimliği yüzyıllar boyunca güçlü bir şekilde varlığını sürdürmüştü. Bu yazıda adanın fethinden Osmanlı hâkimiyetinde geçen dört asra kadar buradaki Müslüman ve Türk varlığının tarihsel sürecine daha yakından bakacak ve bugünkü tartışmaların aslında ne kadar köksüz, Kıbrıs’ın tarihiyle ne kadar çelişkili olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
Tarihte Kıbrıs’ın önemi
Akdeniz’in Sicilya ve Sardunya’dan sonra üçüncü büyük adası olan Kıbrıs, üç kıtanın deniz yollarının kesiştiği stratejik bir kavşakta yer aldığı için tarih boyunca büyük güçlerin iştahını kabarttı. Mısırlılardan Hititlere, Fenikelilerden Yunan ve Roma dünyasına, Bizans’tan Haçlılara, Venediklilerden Osmanlılara kadar birçok siyasi güç bu ada üzerinde hâkimiyet kurmaya çalıştı. Arkeolojik bulgular ve yazılı kaynaklar, Kıbrıs’ın yüzyıllar boyunca farklı kültürlerin bir arada var olduğu çok katmanlı bir kimlik taşıdığını gösteriyor.
Helenleşme süreci Büyük İskender’le hız kazanmış, Ptolemaioslar döneminde Yunanca ve Yunan kültürü adada baskın hale gelmişti. M.S. 46’da Hristiyanlığın adaya girişiyle yeni bir sayfa açılırken, Roma’nın bölünmesinin ardından Bizans idaresine bağlanan ada Ortodoks geleneğin bir parçası oldu. Ancak Haçlı ve Venedik dönemlerinde Latin hâkimiyetinin Ortodoks halka yönelik baskıları artınca, adanın toplumsal dengeleri derin yaralar aldı.
İslam’la ilk temas ve Osmanlı fethi
Kıbrıs’ın İslam’la ilk karşılaşması 7. yüzyıla, 649 yılındaki deniz seferine uzanır. Hz. Osman’ın hilafeti döneminde Müslüman donanması adaya ulaştığında Kıbrıs’ın İslamlaşma tarihi başlamıştı. Bu sefer sırasında Hz. Peygamber’in (sav) süt teyzesi Ümmü Harâm bint Milhân (Hala Sultan) adada vefat ederken onun kabrinin etrafında inşa edilen Hala Sultan Tekkesi Kıbrıs Müslümanları nezdindeki manevi değerini bugüne kadar korudu. Sonraki yüzyıllarda ada, Bizans ile İslam devletleri arasında zaman zaman değişen güç dengelerine sahne oldu. Kimi zaman Bizans’ın, kimi zaman Müslümanların nüfuzu altında kalan Kıbrıs, Doğu Akdeniz’in askeri ve ticari akışına yön veren bir sınır hattı olarak önemini korudu.
1570’te Lefkoşa’nın alınmasıyla başlayan ve 1571’de Magosa’nın zaptıyla neticelenen Osmanlıların Kıbrıs’ı fethi, adanın siyasi ve sosyal tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. Osmanlı yönetimi bu adımı Doğu Akdeniz ticaretini güvence altına alacak, Hac güzergahını koruyacak ve Venedik korsanlarının oluşturduğu tehdidi ortadan kaldıracak kritik bir hamle olarak görüyordu. Üstelik Osmanlıların gelişi Ortodoks halk için de yeni bir sayfa anlamına geliyordu. Zira Osmanlı idaresi dini cemaatlere özerk bir yapıda kendileri idare hakkı tanıyarak onları da yönetime dâhil etmişti.
Osmanlı idaresi fetih sonrasında adanın yeniden imarı ve güvenliğinin sağlanması için hızlıca harekete geçti. Zirai faaliyetleri ve boşalan köyleri canlandırmak amacıyla Anadolu’nun Karaman, Sivas, Maraş, Tokat gibi farklı bölgelerinden Müslüman Türk aileler Kıbrıs’ta iskân edildi. Böylece kısa sürede Kıbrıs’ta Müslüman Türk varlığı artmış ve zamanla kalıcı hale gelmişti.
Osmanlı Kıbrıs’ı nasıl yönetti?
Osmanlıların Kıbrıs’ta kurduğu düzenin en dikkat çekici yönlerinden biri adada mevcut olan feodal bağların gevşetilmesi ve köylü üzerindeki ağır baskının hafifletilmesiydi. Toplumsal hayat ise Osmanlı’nın genel uygulamasında olduğu gibi “millet sistemi” çerçevesinde şekillendi. Rum Ortodoks Kilisesi yeniden ihya edildi, el konulan malları iade edildi ve başpiskopos cemaatin hem dini hem de dünyevi lideri yani “milletbaşı” olarak tanındı. Böylece Ortodoks halk kendi kurumları aracılığıyla temsil edilir hale geldi.
Bununla birlikte adanın farklı bölgelerinde Türkler ve Rumlar, kimi yerlerde ayrı köylerde kimi yerlerde ise yan yana, hatta aynı mahallede yaşadılar. Ticari ortaklıklar kuruldu, gündelik hayatta karşılıklı alışveriş ve kültürel etkileşim dikkat çekici bir boyut kazandı. Öte yandan kadıların idaresindeki şer’i mahkemeler cemaatler arasında çıkan anlaşmazlıklarda da güvenilen bir merci olarak öne çıkıyordu. Böylece Kıbrıs’ta üç asrı aşan bir dönemde çok kültürlü bir toplumsal denge kuruldu. Müslüman Türk kimliği ise cami, medrese ve vakıf geleneğiyle adada köklü bir yere sahip oldu.
Kıbrıs’ta İngiliz idaresi
Sömürgeciliğin hız kazandığı 19. yüzyılda Mısır ve Hindistan güzergâhında mühim bir konuma sahip olan Kıbrıs, Batılı güçlerin ilgisini çekmeye başlamıştı. İngiltere’nin hedefi Hindistan yolunun güvenliğini sağlamak olduğundan, Kıbrıs’ı ele geçirme yolunda bir siyaset tertip edilmişti. 93 Harbi'nden mağlup ayrılan Osmanlı’nın, Rus tehdidine karşı destek aradığı İngiltere’nin Kıbrıs’ı geçici olarak idaresi alma teklifine hayır diyemedi.
4 Haziran 1878’de Kıbrıs’ın idaresinin “geçici” olarak İngiltere’ye devredilmesi, ada Türkleri için köklü bir kırılma anlamına geliyordu. Yüzyıllardır adanın yöneten unsuru konumunda olan Müslüman Türkler, bir anda idare edilen hale geldiler. Yeni dönemin istikrarsızlığı, buna eşlik eden Rum milliyetçiliğinin giderek yükselişi, binlerce Türk ailesini göçe zorladı. Yaklaşık 15–20 bin kişi Anadolu’ya geçti ve bu büyük göç, adadaki demografik dengeyi Türkler aleyhine daha da sarstı.
1914’te İngiltere’nin Kıbrıs’ı tek taraflı olarak ilhak etmesi ve ardından Osmanlı’nın dağılması ada Müslümanları için derin bir aidiyet boşluğu yarattı. Lozan Antlaşması’yla adanın Türkiye ile hukuki bağının tamamen kopması, Kıbrıs Türklerini kendi varoluş mücadeleleriyle baş başa bıraktı. 1924’te kurulan Kıbrıs Türk Cemaat-i İslamiyesi bu mücadelenin tezahürlerinden birisiydi.
Kıbrıslı bir Osmanlı Uleması: Müftü Mehmet Ziyaeddin Efendi
Bu mücadelenin öncü isimlerinden biri 1910–1927 yılları arasında Kıbrıs Müftüsü olarak görev yapan Hacı Hafız Mehmet Ziyaeddin Efendi’ydi. 1855 yılında Lefkoşa’da doğan Ziyaeddin Efendi, hafızlığını tamamladıktan sonra Lefkoşa Arap Ahmed Paşa Medresesi ve Mısır’daki Ezher’de eğitim almış, ardından İstanbul’a gelerek Hâfız Ahmed Şâkir Efendi’den icazet almıştı. Eğitiminin ardından memleketinde müderrislik yaptıktan sonra Kıbrıs Mebusan Meclisi azası olarak on yılı aşkın bir süre bu görevi yürütmüştü.
Ziyaeddin Efendi Kıbrıs’a eğitimden ekonomiye, siyasetten toplumsal örgütlenmeye kadar pek çok alanda hizmetleri geçmiş bir liderdi. Kıbrıs İdadisi’nin idare heyetinde uzun yıllar görev yaptı, okulun gelişimine katkı sundu. Arapça ve din derslerini fahri olarak yürüttü. 1901’de kurulan ve bugün Lefkoşa Türk Bankası’nın temelini teşkil eden İslam İddihar Sandığı’nın başkanlığını üstlendi. Siyasi sahada ise Meclis-i Milli’nin oluşumunda öncülük ederek Enosis’e karşı Müslüman Türk toplumunun ortak iradesini örgütleyen bir aktör oldu. 1924’teki Kıbrıs Türk Cemaat-i İslamiyesi tecrübesi ise, Ziyaeddin Efendi’nin dağılma ve kopuşların ortasında Kıbrıs’taki Müslüman Türk kimliğini koruma gayretinin en net göstergesiydi.
Ne var ki 1927’de İngiliz idaresi kritik bir adım atarak müftülüğü ilga edip yerine hükümete bağlı bir “Fetva Eminliği” kurunca Ziyaeddin Efendi’nin görevi de son buldu. Aynı dönemde Evkaf İdaresi de doğrudan İngiliz denetimi altına alındı. Bu gelişmeler Kıbrıs Müslüman Türk toplumunun dinî temsilini ve bağımsız hareket etme olanaklarını ciddi biçimde zayıflattı. Bir zamanlar İslami bilincin canlı hafızasını oluşturan vakıflar, müftülük ve mektepler yavaş yavaş kamusal alandan çekilirken geriye kalan unsurlar da idarenin dar çerçevesi içinde sınırlı bir görünürlüğe mahkûm edildi. Osmanlı sonrası İngiliz hâkimiyeti ve Rumların adayı Yunanistan’a bağlama çabası adaya istikrarsızlıklarla dolu yıllar getirdi. Kıbrıs Barış Harekâtı ve sonrasında kurulan KKTC ile süreç başka bir boyut kazandı.
Bugün başörtüsü tartışması ne söylüyor?
Yukarıda göstermeye çalıştığımız tarihsel süreçten de anlaşıldığı gibi; Kıbrıs’taki Müslüman ve Türk varlığı adanın silinmez bir kimliğidir. İngiliz işgali ve Rum milliyetçiliğinin cürümleri bu gerçeği örtmeye çalışsa da başaramamıştır. Bu iki cephenin yanında ülkemizde büyük cürümlerin müsebbibi olmuş “laikçi zihniyetin” Kıbrıs’ta dirilerek üçüncü bir cephe oluşturması Kıbrıs’ta İslamlıktan ayrı düşünülmesi mümkün olmayan Türk kimliğini de tehdit etmektedir.
Gazetemizin yazarlarından Taha Kılınç’ın 01/10/2025 tarihli yazısındaki veciz ifadelerle bitirelim: “Şu anlaşılmalı: Türklük korunmak isteniyorsa, onun tek kalkanı ve sigortası İslâm’dır. İslâm olmadan Kıbrıs’ın Türk kimliğini savunmak ve korumak mümkün değildir. Ümit edelim ki, bu keskin hakikat net biçimde anlaşılsın ve telafisi mümkün olmayacak hatalara düşülmesin. Öbür türlü Kıbrıs için ‘Vaktiyle Ada’da Müslüman Türkler de yaşamış…’ şeklinde cümleler kurmak kaçınılmaz. Tarih, bu durumun sayısız örnekleriyle dopdolu maalesef.”