Yakın siyasi tarihimizi bir “darbeler tarihi” olarak okumak mümkün olduğu gibi bu okuma biçimi darbelerin öncesi ve sonrasındaki önemli hadiseleri kavrayabilmek açısından da oldukça isabetlidir. Bir önceki yazıda ele aldığımız 1853-1856 Kırım Savaşı ve onun meydana getirdiği büyük sarsıntılar Padişah’a yönelik suikast ve darbe girişimini de tetiklemişti. “Kuleli Vakası” olarak bilinen bu olay, adını darbe teşebbüsünde bulunanların yargılandığı Kuleli Kışlası’ndan alır. Kimilerine göre Osmanlı’daki darbeler geleneğinin başlangıcı olan bu girişim, aynı zamanda bir meşrutiyet talebi olarak da yorumlanır. Ancak bir başka kesim için bu hareket dönemin düzenine karşı “gerici” bir kalkışmadan ibarettir. Gelin şimdi yakın tarihimizin bu kritik olayının gerçek sebeplerini anlamaya çalışalım.
Kırım Savaşı sonrası
Kırım Savaşı Osmanlı’nın siyasi, iktisadi ve toplumsal yapısında derin izler bırakmıştı. Savaşın ardından imzalanan 1856 Paris Antlaşması, Osmanlı Devleti’ni ilk kez uluslararası alanda Avrupa devletleri içerisinde tanımlıyordu. Antlaşma sonrası dış baskılarla Islahat Fermanı da ilan edilmişti. Fermanın temel amacı, gayrimüslim tebaanın haklarını güvence altına alarak Avrupa güçlerinin bu konudaki baskılarını bertaraf etmekti. Fakat sonuç tam tersi oldu. Osmanlı üzerindeki dış baskılar daha da arttı.
Öte yandan savaş Osmanlı’yı tarihinde ilk kez dış borçlanmaya mecbur bırakmıştı. Devletin askeri harcamaları, savaş öncesinde toplam bütçenin yaklaşık %40’ını oluştururken, savaş yıllarında bu oran %67’ye kadar çıktı. Bu ağır finansman yükü, halka iane-i umumiye ve iane-i harbiyye adlarıyla olağanüstü vergilerin yüklenmesine yol açtı. Her ne kadar “iane” yani yardım olarak adlandırılsalar da gerçekte gelire göre önceden belirlenmiş zorunlu vergiler niteliğindeydiler.
Öte yandan müttefik ordularının İstanbul’daki varlığı, farklı bir ekonomik etki daha doğurmuştu. İaşe, ikmal ve lojistik harcamalar, özellikle esnaf ve tüccarlar için yeni kazanç kapıları açtı. Böylece savaş bir yandan mali yapıyı çökertirken diğer yandan şehir ekonomisine kısa vadeli canlılık getiren çelişkili bir tablo ortaya koyuyordu. İstanbul’a akın eden binlerce müttefik asker, subay, diplomat ve sivil Avrupalı, yerel halkla her düzeyde temas kurarak gündelik yaşamı ve kültürü derinden etkiledi. Bu yoğun etkileşim, şehirde modernleşme rüzgarlarını güçlendirdi, liman genişletilmesi gibi altyapı projeleri hız kazandı ve “efkâr-ı umumiye” (kamuoyu) ile “vatan” gibi yeni kavramlar Osmanlı düşünce dünyasında yaygınlaşmaya başladı.
Savaşın toplumsal bilançosu
Ancak aynı dönemde bazı bürokratlar arasında rüşvet ve yolsuzluğun artması, ordudaki verimsizlik ve özellikle Anadolu ordusunda art arda komutan değişiklikleri yaşanması, savaşın idari açıdan ne kadar yıpratıcı olduğunu gözler önüne serdi. Bu yolsuzluklar, özellikle redif ve başıbozuk askerlerin maaşlarının çalınmasıyla birleşince, orduda firarların artmasına ve başıbozuk birliklerin sivil halka yönelik yağma ve saldırılarına zemin hazırladı. Disiplinin zayıflaması, savaşın askeri cephesindeki sorunları daha da derinleştirdi.
Savaşın hemen ardından ise Kırım ve Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına doğru büyük bir Müslüman muhacir akını yaşandı. Bu kitlesel göç, yerleştirme ve barınma konusunda ciddi sıkıntılara yol açtı. Öyle ki Darülfünun binası bile bir süre muhacir misafirhanesi olarak kullanıldı. Bu süreç, imparatorluk üzerinde hem derin demografik etkiler bıraktı hem de yeni toplumsal ve idari sorunların doğmasına neden oldu. Tüm bu gelişmelerle biriken hoşnutsuzluklar 1859’da çeşitli kesimlerden muhaliflerin bir araya gelerek saltanat darbesi amacıyla gizli bir cemiyet kurmasına sebep olmuştu.
Gizli cemiyetin amaçları neydi?
Gizli cemiyet, Osmanlı’daki kötü gidişatı durdurmanın ancak Sultan Abdülmecid’e karşı gerçekleştirilecek bir saltanat darbesiyle mümkün olacağı inancıyla kurulmuştu. Yaklaşık yirmi beş kişiden oluşan bu teşkilat, askeriyeden ilmiye sınıfına, sivil bürokrasiden esnafa kadar toplumun farklı kesimlerinden isimleri bir araya getiriyordu.
Cemiyetin liderliğini Süleymaniyeli Şeyh Ahmed Efendi üstlenmişti. Nakşibendiliğin Halidiyye koluna mensup olan Şeyh Ahmed bugünkü Irak’ın Süleymaniye bölgesinden gelerek Kırım Harbi’ne gönüllü olarak katılmış, savaşın ardından İstanbul’da ciddi bir nüfuz ve saygınlık kazanmıştı. Kurduğu teşkilata katılma şartı ise şu şekildeydi: Çete üyelerinden “Süleymaniyeli Şeyh Ahmed ile aramızdaki ahdi kabul ettim ve ben muahid fedaiyim” ibareli bir taahhütname imzalamaları isteniyordu.
Cemiyet, özellikle askeri çevrelerden destek toplamak amacıyla hareket ediyor ve bu doğrultuda etkili isimleri saflarına katmaya çalışıyordu. Örgütün öne çıkan askeri aktörleri arasında Bâb-ı Seraskeri Dâr-ı Şûrâ Reisi Ferik Çerkes Hüseyin Daim Paşa ile Arnavut Mirimiran Caferdem Paşa yer alıyordu. Hüseyin Daim Paşa hem geniş nüfuzu hem de serveti nedeniyle cemiyetin en etkili ikinci ismi konumuna yükselmişti.
Öte yandan, Tophane-i Âmire kâtiplerinden Arif Bey, örgütün en aktif isimlerinden birisiydi. Beyannameler kaleme almak, taraftar toplamak ve cemiyetin fikirlerini yaymak gibi görevler onun üzerindeydi. Cemiyetin sivil ve dinî kanadında ise Fatih dersiamlarından Nasuhi Efendi ile Tophane müftüsü Bekir Efendi dikkat çeken isimler arasındaydı. Tüm bu çeşitlilik, Kuleli Cemiyeti’nin toplumun farklı kesimlerini bir araya getiren çok katmanlı bir hareket olduğunu göstermektedir.
Cemiyetin temel hedefi, Sultan Abdülmecid’i tahttan indirip yerine kardeşi Abdülaziz’i geçirmek ve böylece Islahat Fermanı’nı ortadan kaldırarak yeniden şer’i esaslara daha fazla riayet eden bir idare kurmaktı. Bunun yanı sıra, devlet hazinesindeki israf ve savurganlığa son vermek de hareketin öncelikli amaçları arasında yer alıyordu. Çetenin liderleri bu hedeflere ulaşmak için gizli ve sistemli bir plan doğrultusunda hareket etmişti. Bazı mensupların mahkeme ifadelerinde itiraf edildiği gibi girişim basit bir darbe hazırlığı değildi. Aynı zamanda Sultan’a yönelik suikast planlarını da içeriyordu. Bu da Kuleli Vakası’nın ciddi, örgütlü ve kapsamlı bir iktidar değişikliği girişimi olduğunu açıkça ortaya koymaktaydı.
Komplo nasıl deşifre oldu?
Cemiyetin faaliyetleri Boğaz Muhafızı Mirliva Hasan Paşa’nın örgüte gizlice sızmasıyla gün yüzüne çıktı. Hüseyin Daim Paşa’nın Rumeli’ye tayin edilmesinin ardından cemiyetle temas kuran Hasan Paşa, özellikle Arif Bey aracılığıyla “muahid fedailer” arasına girmiş ve bu sayede örgütün tüm planlarını ayrıntılı biçimde öğrenmişti.
Elde ettiği bilgileri Serasker Rıza Paşa’ya iletmesi üzerine hemen harekete geçildi. 14 Eylül 1859’da cemiyet üyeleri Kılıç Ali Paşa Camii’nde gizli bir toplantı yaparken düzenlenen ani bir baskınla yakalandılar. İlk anda yaklaşık yüz kişinin Seraskerlik’te gözaltına alındığı duyurulmuş olsa da soruşturmaların tamamlanmasıyla yargılananların sayısı resmi kayıtlarda 41 kişi olarak yer aldı.
Sorgulama ve yargılama süreci, olayın adını da belirleyecek şekilde Kuleli Süvari Kışlası’nda yürütüldü. Bu sebeple hadise tarihe “Kuleli Vakası” olarak geçti. Yargılama için dönemin en üst düzey devlet adamlarının yer aldığı özel bir mahkeme, yani “Fevkalade Divan-ı Mahsus” kuruldu. Bu divanda Sadrazam Mehmed Emin Ali Paşa, Şeyhülislam Mehmed Sadeddin Efendi ve Serasker Rıza Paşa gibi dönemin önemli devlet adamları bulunuyordu. Kaynaklara göre sorgulamalar tek tek ve yüz yüze yapılmış, sanıkların ifadeleri ayrıntılı biçimde kayıt altına alınmıştı. Bu yönüyle Kuleli yargılamaları, Osmanlı’da siyasi nitelikli davalar için oluşturulan özel yargı mekanizmasının dikkat çekici örneklerinden birisidir.
Suçluların cezaları
Mahkeme sonunda, cemiyetin elebaşları siyaseten idama mahkûm edildi. Birinci derecede suçlu sayılan isimler arasında Şeyh Ahmed Efendi, Ferik Hüseyin Daim Paşa, Arif Bey ve Binbaşı Rasim Bey bulunuyordu. Diğer sanıklar ise suçlarının niteliğine göre kürek, kalebentlik veya hapis cezalarıyla cezalandırıldı. Fakat girişimin fiilen hayata geçirilmemiş olması nedeniyle Sultan Abdülmecid zanlıları affederek cezalarını hafifletti. Böylece idam cezaları kürek cezasına, kürek cezaları ise kalebentliğe dönüştürüldü.
Öte yandan, cemiyetin önemli isimlerinden Caferdem Paşa’nın Kuleli’ye götürülürken kayığa atlayarak kaçtığı ya da intihar ettiği anlatılmaktadır. Bu muallak son Kuleli Vakası’nın etrafındaki gizemi daha da derinleştirmiştir. Sultan Abdülmecid’in vefatının ardından 1861’de tahta Sultan Abdülaziz oturmuş ve Kuleli Vakası’na karışanların cezalarını genel bir af ile bağışlamıştı. Fakat affa rağmen hareketin lideri konumundaki Şeyh Ahmed Efendi, devlet tarafından hâlâ “potansiyel bir suçlu” olarak görülmeye devam etti. Bu nedenle yıllarca sürecek bir sürgün hayatına mahkûm edildi. Önce Bağdat’a, ardından Trablusgarp’a, en sonunda ise Magosa’ya sürüldü.
Türk siyasi hayatında darbeler geleneği
Kuleli Vakası, tüm bu ayrıntılarıyla değerlendirildiğinde Kırım Savaşı sonrası derinleşen ekonomik buhranların, dış müdahalelerin, toplumsal huzursuzlukların ve modernleşme baskılarının iç içe geçtiği bir dönemin kırılgan ruh hâlini yansıtan bir hadise olarak karşımıza çıkıyor. Devletin mali yapısındaki çöküş, ordudaki disiplin kaybı, göç dalgalarının doğurduğu krizler ve Islahat Fermanı’ndan neşet eden tartışmalar, farklı toplumsal kesimleri aynı endişe etrafında birleştirmiş bu da darbe ve suikast planlarına uzanan arayışlara zemin hazırlamıştı.
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra ilk devlet içi darbe girişimi olan Kuleli, aynı zamanda Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan siyasal kültürün derinlerinde yer eden iktidar müdahalesi çabalarının da ilk örneğidir. Nitekim bu teşebbüste görülen gizli örgütlenme, asker-bürokrat iş birliği ve gayrimeşru iktidar değişimi hedefleri ilerleyen yıllarda Türk siyasi tarihinde defalarca karşımıza çıkacak darbe ve muhtıra geleneklerinin zihinsel kodlarını da içinde barındırmaktadır.