Kuruldukları günden bu yana çeşitli önyargıların ve tartışmaların odağında yer alan imam hatip okulları, bugünlerde mezunlarının 2025 LGS ve YKS’de elde ettiği dikkat çekici başarılarla yeniden gündemde. İmam hatipler, eğitim sistemi içerisinde kendine özgü yanları ağır basan bir eğitim modeli olmasının yanında tek partili yılların katı laiklik politikalarıyla darbe alan resmi din eğitiminin de dirilişinin simgesi.
Bu özellikleriyle, zihni hâlâ tek parti döneminin baskıcı laiklik anlayışına takılı kalan çevrelerde rahatsızlık uyandırırken, mezunları içinse ortak değerler etrafında örülmüş güçlü bir kimlik kaynağına dönüşmüş durumdalar. Bu yazıda imam hatip liselerinin Osmanlı’daki kökeninden başlayarak, erken Cumhuriyet dönemindeki kesinti ve sonrasındaki yeniden doğuş sürecini ele alacağız.
İmam hatiplerin Osmanlı kökeni: Medrese-i Eimme ve’l-Huteba
Osmanlı Devleti, Anadolu coğrafyasında kendisinden önce hüküm süren Selçuklulardan ve beyliklerden devraldığı klasik eğitim kurumu olan medreseleri devletin son günlerine kadar yaşatmayı başardı. Ancak 19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren, Osmanlı devlet yapısının Batı modeline göre dönüşmeye başlamasıyla birlikte medreselerin yanı sıra bürokrat ve teknik eleman yetiştirmek amacıyla modern eğitim kurumları da açılmaya başladı.
Modern mekteplerin yaygınlaşması ve etkinliğinin artması, medreselerin hem içeriden hem de dışarıdan çeşitli eleştirilere maruz kalmasına neden oldu. Özellikle II. Meşrutiyet yıllarında medreseleri reforme etmeye yönelik çabalar belirgin şekilde arttı. Bugünkü imam hatip okullarının öncülü sayılabilecek Medrese-i Eimme ve’l-Huteba da bu reform sürecinin bir parçası olarak, 1913 yılında nitelikli imam ve hatip yetiştirmek üzere kuruldu.
Medrese ıslahatları ve savaşlarla geçen yıllar
Medrese ıslahatları çerçevesinde bir dizi önemli gelişmenin yaşandığı yıllarda önce Balkan Savaşları ardından dört sene boyunca sürecek olan Cihan Harbi’nin patlak vermesi umulan neticelerin alınmasını engelledi. Mütareke ve Millî Mücadele yıllarında da işgal, seferberlik ve savaş durumu içerisindeki devlet ve halk için eğitim ikinci planda kalmıştı. Buna rağmen Ankara’da 23 Nisan 1920’de açılan meclis bünyesindeki Şer’iye ve Evkaf Vekâleti medrese ıslahatlarına devam etti.
Millî Mücadele’nin arkasındaki İslâmî ruh da dini alana dair olumlu gelişmeleri tetiklemişti. Fakat tıkanan Lozan sürecinde önce Birinci Meclis’in kapatılması, ardından muhalefetin saf dışı bırakılarak İkinci Meclis’e geçiş büyük bir anlayış farklılığını da beraberinde getirdi.
Tevhid-i Tedrisat’ın neticeleri
3 Mart 1924’te hilafetin ilgasıyla beraber Tevhid-i Tedrisat Kanunu'yla medreselerin Maarif Vekâleti'ne devredilerek kapatılması beklenmedik bir gelişmeydi. Bu kanunla kapatılan medreselerin yerine 430 Sayılı Tevhîd-i Tedrisat Kanunu’nun 4. maddesine göre yirmi dokuz merkezde dört yıllık İmam-Hatip mektepleri açılmıştı. Kapatılan medreselerin öğrencileri, tercih etmeleri hâlinde bu yeni okullarda eğitimlerine devam edebiliyordu.
1924-25 Eğitim Öğretim Yılı'na gelindiğinde Türkiye genelinde toplam 26 imam hatip okulunda 302 öğretmen ve 1442 öğrenci bulunuyordu. Ancak bu tablo uzun sürmedi. Sadece iki yıl sonra, 1926-27 döneminde okul sayısı İstanbul ve Kütahya’da olmak üzere 2’ye, kadrolu öğretmen sayısı 41’e, öğrenci sayısı ise 278’e kadar düştü. Aradan geçen yıllarda istihdam alanlarının tamamen ortadan kalkmasıyla birlikte bu okullara olan ilgi de hızla azaldı. Sonuç olarak 1930-31 Eğitim Öğretim Yılı itibarıyla imam hatip okulları tamamen kapatıldı.
Resmi din eğitimi olmadan geçen 20 yıl
Osmanlı’nın kendisinden önceki İslam ilim geleneğinden devralarak geliştirdiği ve yüzyıllar boyunca hem âlim hem de bürokrat yetiştiren medreseler, 1924’te resmen kapatıldı. Ardından 1930’da imam hatip okulları, 1933’te ise Darülfünun’a bağlı İlahiyat Fakültesi de kapatılınca, devletin çatısı altında din eğitimi veren hiçbir kurum kalmadı. Bu dönem, din eğitimi açısından adeta bir “fetret devri” olarak nitelendirilebilir. İslam ilim geleneğinin sürekliliği ise tamamen eski hocaların fedakârlığına ve onların izinden gitmeye çalışan genç talebelerin çabasına dayanıyordu.
Kurumsal bir yapıdan yoksun şekilde yürütülen bu gayriresmî din eğitimi, devlet nezdinde yasadışı sayıldığından sürekli bir baskı ve tedirginlik ortamı yaratıyordu. Dönemi bizzat yaşayan tanıklar, elifba dersi gibi en basit dini eğitimlerin bile zaman zaman “jandarma dipçiğiyle” bölündüğünü anlatıyor. Mekân ve kitap gibi temel ihtiyaçların eksikliği, maddi imkânsızlıklar ve teknik yetersizlikler de eğitimi iyice zorlaştıran unsurlar arasındaydı. Tüm bu zorluklar, toplumun hafızasında derin izler bıraktı ve bu yüzden imam hatip okulları yeniden açıldığında halktan büyük bir ilgi gördü.
İmam hatiplerin dirilişi
II. Dünya Savaşı sonrasındaki siyasi atmosfer ve Türkiye’nin çok partili hayata geçiş süreci, uzun süredir uygulanan katı laiklik politikalarının yeniden gözden geçirilmesine zemin hazırladı. Hem halkın yoğun talebi hem de cenaze gibi temel dinî hizmetleri yürütecek personel eksikliği artık görmezden gelinemeyecek bir noktaya ulaşmıştı. Bu ihtiyaç, 1947 yılında toplanan CHP’nin yedinci kurultayında açık bir şekilde gündeme geldi. Kurultayda din eğitimi meselesi laiklik çerçevesinde uzun uzun tartışıldı ve çözüm yolları önerildi.
O tartışmalarda CHP Seyhan Milletvekili Sinan Tekelioğlu’nun sözleri hem din eğitiminin yokluğunun yol açtığı sıkıntıyı hem de tek parti döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı’na reva görülen kısıtlı yapıyı açıkça gözler önüne seriyordu:
“İslâm dinine mensup olan cemaatin başına Diyanet İşleri Reisi diye birisini oturtmuşuz. Fakat hiçbir iş yapmayarak, kolları bağlı olarak bırakmışız, boyuna tespih çekmesine müsaade etmişiz. Halbuki Hristiyan ve Musevi Türk cemaatleri kendileri için mektepler açmışlar, orada papazlar yetiştirmişler, hahamlar yetiştirmişler, ölü gömücüleri yetiştirmişlerdir. Fakat bu memleketin onda sekiz nüfusunu teşkil eden Türklerin, bir milletvekili sıfatıyla köylülerden aldığım ilham ile onlardan işittiğim ibare ile söyleyeyim ki, köylülerin ölülerini gömecek adamları yoktur.”
Benzer bir feryat da İstanbul Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver’den geldi. Kurultayda yaptığı konuşmada şu çarpıcı ifadeleri kullandı:
“Aziz arkadaşlar; muhterem arkadaşlarımızdan bazıları köylerin imama ihtiyacı olduğunu söyledi. Arkadaşlar en yakın misalini arz edeyim; bu Büyük Millet Meclisi'nde de mevzuubahis oldu, bir münakaşadan sonra dışarıya çıktığım zaman altı tane Meclis hademesi yanıma geldi, gözleri yaşlı olarak şunları söyledi: Vallahi, billâhi, altı köyümüzde bir tek imamı kaldı. Ölülere nöbet bekletiyoruz. Ondan kalkıp bu köye geliyor ve boyuna köy değiştiriyor. Eğer, bize imam ve hatip vermezseniz ölülerimizi köpek leşi gibi toprağa gömeceğiz.”
Bu dramatik tablo karşısında atılan adımlardan biri, 1948 yılı Ocak ayında bazı milletvekillerinin teklifiyle Ankara’da vaiz, müftü ve yüksek din görevlileri yetiştirecek bir İslam İlahiyat Fakültesi kurulması yönünde oldu. Teklif Meclis’e sunuldu, yasa tasarısı hazırlandı ve Haziran 1949’da yürürlüğe girdi. Aynı yıl, din hizmetlerindeki personel eksikliğine kısa vadeli bir çözüm bulmak için İstanbul ve Ankara’da 11 aylık hızlandırılmış imam hatip kursları da açıldı.
Celal Hoca’nın eşsiz çabası
Merhum Celaleddin Ökten 1949’da İstanbul’da açılan İmam Hatip Kursu'na müdür ve muallim olarak atanmıştı. Kendisi bu kursların yeterli olmadığını görerek çözümün orta dereceli okullara dönüşümde olduğu kanaatine vardı. Din eğitimi başta olmak üzere din ile alakalı her şeye cephe alanların ülke yönetiminde olduğu yıllarda hassas bir mücadele ile dönemin Maarif Vekili Tevfik İleri başta olmak üzere çeşitli yetkililerle görüştü ve onları projesine ikna etti.
Merhum Celaleddin Ökten 17 Ekim 1951’de açılan İstanbul İmam-Hatip Okulu'na müdür olarak tayin edildi. Aynı yıl Ankara, Adana, Konya, Kayseri, Maraş ve Isparta’da ortaokul seviyesinde imam hatip okulları kuruldu. Bu okulların ilk mezunları lise çağına ulaştığında, yani 1953-54 Eğitim Öğretim Yılı'nda imam hatiplerin üç yıllık lise kısmı da açıldı. Böylece din eğitimi, yeniden kurumsal bir yapıya kavuşmuş oldu.
İmam hatiplerin bugünü ve geleceği
Kökleri Osmanlı’ya dayanan, Cumhuriyet döneminde ise 20 yıllık bir aranın ardından 1951 yılında büyük fedakârlıklarla yeniden açılan imam hatip okulları, 74 yıllık serüvenlerinde pek çok zorluk ve engeli aşarak bugünlere ulaştı. Bu okulları benzerlerinden ayıran en temel özellik ise, 19. yüzyılda moda hâline gelen ama bugün bilim dünyasında çoktan geride bırakılmış olan sözde “bilim-din karşıtlığı”nı reddeden bütüncül bir eğitim modeline dayanmasıdır.
imam hatipler, temel dinî eğitimin herhangi bir bilim dalında uzmanlaşmaya engel olmadığını, aksine varlığı hem maddi hem de manevi boyutlarıyla, yani görünenin ardındaki ilahi iradeyle birlikte kavramanın daha derin ve geniş bir bakış açısı sunduğunu göstererek özgün bir yer edinmiştir. İmam hatip mezunlarının başarıları bazı “mürteci” zihinleri rahatsız etse de, din ile bilimi karşı karşıya getirmeden, hakikati sonsuz bir kaynağa bağlayarak ilerleyen bu anlayış sürdükçe, elde edilen başarılar da artarak devam edecektir.