İftar sofralarında birbirimizi tanıyamıyoruz: Ezan okunur okunmaz yemeye bir başlıyoruz, durdurabilene aşk olsun. Ne sofra adabı, ne sünnet, ne doktorların tavsiyesi… Hiçbir şey görmüyor gözümüz. Normal zamanlarda birkaç lokmayla kanaat eden, tabiri caizse “kifaf-ı nefs eyleyen”ler de bile var bu hal. Gözümüz kararıyor, başımız dönüyor sofra başında. Bu halde birini görünce aklıma bizim eski oburlar geldi. Ahmed Rasim, Şehir Mektupları'nda “oburlar oburu” bir Baba Yaver'den bahser ki, Üstadın revnaklı üslubuyla bu sevimli oburun macerası birleşince nasıl bir destan çıkar ortaya siz düşünün. Ama ben bu yazıda Baba Yaver'den bahsetmeyeceğim size, zira o başlıbaşına bir yazı konusu.
Kadayıf Değil Cennet Taamı Devlet arşivlerinde genel müdürlük yapmış, gazete ve dergilerde makaleler yazmış tarihçi Midhat Sertoğlu'nun İstanbul Sohbetleri'nde bahsettiği 19. yüzyılın “namlı oburları”ndan bahsetmek niyetim. Sultan Abdülhamid ve Meşrutiyet devirlerini görmüş geçirmiş olan emekli telgrafçılardan Küçük Recai Bey'i Kumkapı Nişanca'sındaki evinde ziyarete gider Midhat Sertoğlu. Halhatır faslından sonra ev sahibi, sözü yemeklere getirir: “Eski yemekler… Eski oburlar… Şimdi hepsi unutuldu gitti. Ne yiyiciler vardı ve ne yemekler yenirdi.” Sabah vakti resmî dairede karşılaşan iki obur memurun konuşmasına bakalım mesela: “-Vay efendim, sabah-ı şerifleriniz hayrolsun… Afiyettesiniz inşallah? -Allah efendimize ömürler versin, ya zât-ı âliniz? -Çok şükür, elhamdülillah sâye-i şâhânede âfiyetimiz berkemaldir. -Aman Beyefendi, sormayınız. Akşam bir yassıkadayıf yedim. Sanki cennet taamı… Bildiğimiz yassıkadayıfın kenarları makasla kesilecek. Evvela birkaç saat sütte kalacak, sonra bir gün bir gece çalkanmış yumurtada dinlendirilecek. Sonra gelsin sert ateş, gelsin Halep yağı dolu tava… Bir güzel kızartılıp bir gün boyunca da koyuca şeker şerbetinde yavaş yavaş şişip genişlemeye bırakılacak. Efendim sormayın, hani ağıza alındı mı, şöyle bir göz süzmesiyle kendiliğinden boğazdan kayıp mideyi buluyor. Bendeniz taamı fazlaca etmiştim de ancak on tane göçürebildim. -Afiyet şeker olsun sultanım, Allah gittiği yerlere dert vermesin. Bendeniz de bir uskumru dolmasına rastladım. Kemiği kılçığı alınmış, eti ezilip fıstık, üzüm ve karabiberli dolma bahariyle doldurulup una bulanarak kızartılmış. Zannedersiniz kuzu eti mübarek… Yemekte himmeti hâzır olsun, Hocaefendi ile beraberdik. Bendeniz on beşincide dama dedim, ama Hocaefendi Hazretleri maşallah devam buyurdular. Aynen keramet efendim, aynen keramet.”
“Bir oburdu ki, misli az bulunur” Yine Recai Bey, devrin tanınmış bir oburu olarak Şadi isimli bir zattan bahsediyor. Bu zat, bir keresinde 40 tabak yemek yemiş. Ayrıca kendinden geçene kadar yemek yemesiyle de meşhurmuş. Sultan Abdülaziz'in, sesini beğenip saraya almak istediği, ancak etrafın ayak oyunlarıyla hünkârın çevresinden uzaklaştırılan Yenibahçeli Hafız Deli Hüsam da bu olayın ardından kendini yemeğe vermiş: “Bir oburdu ki, misli az bulunur. Dilini uzattı mı omuzuna değerdi” diye anlatıyor Recai Bey. Ne dersiniz? Günümüz oburları, eskinin namlı oburları taş çıkartır, dediğinizi duyar gibiyim.