Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak / Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Rektörü
Milâttan Önce 12. yüzyılda Kavimler Göçü esnasında deniz yoluyla bölgeye gelen Filistinlilerden ismini alan bölge, kendine has stratejik öneme sahiptir. Bölge tarihte çok sayıda istilaya ve savaşa maruz kalmıştır. Bu durumun nedenlerinden biri de Hristiyanlık, Musevilik ve İslam dinlerinin atfettiği değerdir. Zira üç büyük din için kutsal sayılan mekânlar buradadır.
Filistin’in son 3 bin yıllık tarihi incelendiğinde, 868-1098 ve 1187-1917 tarihleri arasında yaklaşık 10 asır barış ve istikrar sürecinin yaşandığı görülecektir. Barış ve istikrarın hâkim olduğu bu tarih aralıkları da ayrıca incelendiğinde üçte ikisinde Türklerin olduğu tespit edilecektir. Yani bu süreçte Türklerin Filistin’deki varlığı en az sekiz asır sürmüştür. Yine Türklerin dönemlerini de ayrıca kendi içinde değerlendirmek gerekirse Osmanlıları ayı bir yere koymak gerekir. Osmanlı idaresinde geçen 401 yıl Filistin’de hoşgörü ve birlikte yaşama kültürü açısından müstesna bir dönem oldu.
HZ. NUH’UN OĞLU YAFES’İN SOYU
Büyük savaşların yaşandığı Filistin toprakları günümüzde coğrafi olarak yaklaşık 27 bin 906 kilometrekarelik bir alandır. Türklerin bölgeyle ilişkisi neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. Türklerin kökeni hakkında bilgi veren tarih, tefsir ve kısas-ı enbiyâ gibi İslam kaynaklarında Hz. Nuh’un oğlu Yâfes Türkler ve Hazarların atası olarak kabul edilmektedir.
Tevrat’a göre Hz. Nûh, Hâm’ın tavrından dolayı Ken’ân’ı lanetler ve Sâm ile Yâfes’i ulu sayar. Ken’ân halkının onlara köle olmasını diler. Bu yüzden İsrâiloğullarının Ken’ân topraklarını istilâsını gerekçelendirmeye çalışan dini metinler bulunmaktadır. M.Ö. 19. ve 18. asırlarda kadim Mısır metinlerinde Filistin coğrafyası Kenan şehir devleti olarak geçer. Tek tanrı inancını İsrailoğulları’na Hz. İbrahim getirmiştir. Hz. İbrahim’in oğlu İshak ve torunu Yakup İsrailoğulları’nın kurucu atalarıdır. İsrailoğulları, Basra kıyılarından Filistin’e ve oradan Mısır’a göç etti. Filistinliler ise Doğu Akdeniz sahilinden gelir ve bu topraklara Kenan denir. İsrailoğulları buraya yerleştikten sonra hem Kenan hem de İsrail olarak adlandırıldı. Hz. Yakup’un 12 oğlu, 12 İsrail kabilesinin liderleri oldu. Yahudiler, Mısır’dan Firavun’un zulmünden kaçarak Filistin’e göç etti. Kırk yıl süren çöl sürgününün ardından Hz. Musa önderliğinde Filistin’e geri dönmeyi başardılar.
HZ. SÜLEYMAN’LA GELEN ALTIN ÇAĞ
Kudüs M.Ö 10. asırda Hz. Davud tarafından ele geçirildi ve Davud’un şehri olarak adlandırıldı. İlk İsrail kralı denilen Tâlût’ten sonra tahta çıkan Hz. Dâvûd Kudüs’ü fethedip bir saray inşa etti ve burayı başkent yaptı. Kudüs’te onun döneminde birçok kavim ve kabile boyunduruk altına alındı. Ayrıca, mabed için hazırlık yaptı ve ahit sandığını Kudüs›e getirip gömdü. Hz. Süleyman döneminde, Yahudiler krallığın altın çağına tanıklık etti. Hz. Süleyman, yedi yıl içinde muhteşem bir mabed inşa etti ve ahit sandığını koruyan özel bir yere yerleştirdi. Ancak, Hz. Süleyman’dan sonra krallık ikiye bölündü. Mısır, bu parçalanmadan faydalandı ve Mısır Kralı Şişak (MÖ. 925), Hz. Süleyman’ın oğlu Rehoboam döneminde Kudüs›ü işgal etti, tapınak ve saraydaki hazineleri alıp götürdü.
50 YILLIK BABİL ESARETİ
Filistin M.Ö. 600, 597 ve 587 yıllarında Babil Kralı Nabukadnezzar tarafından acımasız bir saldırıya uğradı. Kudüs şehri ve tapınak yağmalandı, yakıldı ve yıkıldı. Yahudilerin Babil esareti dediği 50 yıllık bu dönem Perslerin M.Ö. 538’de bölgeyi ele geçirmesine kadar devam etti. Makedonyalı İskender M.Ö. 332’de bölgeyi ele geçirerek M.Ö. 63 yılına kadar süren Helenistik dönemini başlattı. Bu süreçte Yahudiler yine kara günler yaşadı. Kudüs ve Tapınak, Yunan tanrılarının heykelleri ile doldu.
M.Ö. 37’de Büyük Herod Kudüs’ü ele geçirince, Mabet inşası yeniden başladı. Hz. İsa zamanında da inşaat devam etti. M.S. 70 yılında Kudüs şehri, Romalı General Titus tarafından ele geçirildi. Mabet de dahil olmak üzere tüm yapıları yıktırdı. Roma İmparatoru Hadrianus 135’te Mabet yerine Jüpiter ve Afrodit tapınaklarını yaptırdı. Daha sonra, bu tapınağın yerine Hristiyanlar Merkad-i İsa Kilisesi’ni inşa etti. Bu süreçte Yahudiler yeniden sürgün edildi.
KUDÜS HRİSTİYANLARIN ELİNE GEÇTİ
İstanbul’un kurucusu Konstantin döneminde, Yahudilere Kudüs’e ziyaret izni verildi ve Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği (Hristiyan inancına göre) yere Merkad-i İsa Kilisesi yapıldı. Ayrıca, lapis pertusus olarak bilinen ve kutsal kabul edilen kayayı Yahudilerin ziyaretine açtı. Bu kaya şimdi Kubbetüs-sahra’nın içindedir.
7. yüzyılın başlarında, Filistin ve özellikle Kudüs, Sasani ve Bizans arasındaki rekabetin odak noktası oldu. 614’te, kent Sasani İmparatorluğu tarafından işgal edildi. 629 yılında ise Bizans İmparatoru Heraklius, şehri ve Kutsal Haç’ı Sasanilerden geri aldı ve Kudüs’e iade etti.
HZ. ÖMER’İN NASİBİ
638 yılında Hz. Ömer, Ebu Ubeyde b. Cerrah’ın kuşatması sonrasında Kudüs’ü teslim aldı. Emevîler döneminde, başkent Şam olduğunda Kudüs›ün önemi arttı. Mervan b. Abdülmelik, İslam mimarisinin en muhteşem eserlerinden olan Kubbetü’s-Sahra’yı inşa etti. Mescid-i Aksa, Abdülmelik ve oğlu Velid tarafından yapıldı.
Emevîler döneminde gerçekleştirilen imar projeleri Kudüs’te nüfusu artırdığı gibi ekonomiyi canlandırdı ve kenti kültürel cazibe merkezi yaptı. Abbasiler zamanında Bağdat başkent ilan edilse de Kudüs, Mekke ve Medine›den sonra üçüncü büyük kutsal şehir olarak önemini sürdürdü.
868 yılında Kahire’de kendi adıyla bir Türk devleti kuran Tolunoğlu Ahmed kısa sürede Kudüs’ü sınırlarına dahil etti. Ardından gelen Ihşidiler de Türk devrinin yeni bir merhalesini başlattı. İhşid sultanları Kudüs’e büyük hizmetler yaptılar ve oraya gömülmeyi vasiyet ettiler. Fâtımîler (969-1071) devrinde de Filistin önemini korumaya devam etti. Atsız b. Uvak 1071 yılında Fatımîleri Kudüs’ten uzaklaştırarak Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan adına hutbe okuttu. 1085’te Selçuklu valisi Kudüs’e yeni bir cami yaptırıldı. Kudüs Haçlıların eline geçmeden bir yıl önce 1098’de Fâtımîler kenti Selçuklulardan almışlar ancak koruyamamışlardır. 1099’da Haçlılar şehri ele geçirince şehir korkunç bir şekilde yağmalandı. Bu dönemde İslam dünyasının Fatımi politikaları sebebiyle parçalanmış olması, Haçlıların Kudüs’ü ele geçirmesini kolaylaştırdı.
BÜYÜK KOMUTAN SELAHADDİN
Büyük Selçukluların Dımaşk ve Haleb Atabeyi Nurettin Mahmud Zengî siyasi olarak; Fatımi Devleti’ni ele geçirmek, Haçlıları bölgeden çıkarmak ve İstanbul’u fethetmek olmak üzere üç hedefe odaklanmıştı. Bu hedeflerinden birincisini başarmış ikincisinde ciddi bir ilerleme kat etmiş, üçüncüsü için ömrü yetmemişti. Şarkın Büyük Sultanı Selahaddin 4 Temmuz 1187’de Hıttin’de Kudüs Kralı Guy karşısında büyük bir zafer kazandı. Selahaddin, başta Kral olmak üzere çoğu kişiyi ve sivil halkı affetti. Templier ve Hospitalier tarikatı şövalyeleri affedilmezken diğer şövalye ve askerler fidye karşılığı serbest bırakıldı.
Bu zaferin ardından Kutsal haç Müslümanların eline geçti. Taberiye, Akka, Nablus, Yafa, Sayda, Beyrut, Cübeyl, Askalan ve Gazze gibi şehirler de peş peşe Müslümanlarca fethedildi. Bundan sonra Selahaddin esas hedefi olan Kudüs’e yöneldi. 20 Eylül 1187 de kuşattığı şehri sonunda teslim aldı. 2 Ekim 1187’de bir Miraç gecesinde Kudüs’e giren Selahaddin Hıristiyanların şehirde kalmasına izin verdi. Hıristiyanlara ait kutsal mekanların idaresi Ortodokslara verilirken Yahudilerin kente tekrar yerleşmesine müsaade edildi. Büyük fatih Selahaddin Kubbetü’s- Sahra’nın tepesindeki Haç’ı hemen kaldırdı. Selâhaddîn-i Eyyûbî, öncüsü Nureddin’in vasiyetini yerine getirerek Mescid-i Aksâ’ya onun yaptırdığı harikulade minberi yerleştirdi. Maalesef bu minber 1969’da bir Yahudi tarafından çıkarılan yangında yok oldu. Kudüs’ün düşüşüyle Batı dünyası yaklaşık 90 yıl sonra hayallerini kaybetti. Fetih sonrası Papa Urban kahrından öldü.
ED-DEVLETU’T TÜRKİYYE
3 Eylül 1260’da Ayn-i Câlut savaşında Sultan Kutuz ve Baybars, Moğolları bozguna uğratarak bölgeyi büyük bir tehditten kurtardı. Bu zaferden sonra Memlukler, Osmanlıların yükselme devrine kadar İslâm dünyasının koruyucusu ve en büyük devleti oldu. Baybars ve ardından gelenler Haçlı seferlerinden kalan kontlukları birer birer ortadan kaldırarak bölgeye yönelik dış tehditleri bertaraf etti. Resmi adı ed-Devletü’t-Türkiyye olan ve yönetici kadrosu Türkçe konuşan Memlukler dönemi (1250-1517) Filistin için barış, istikrar ve kültürel zenginlik devri oldu.
EN UZUN TÜRK HAKİMİYETİ
Yavuz Sultan Selim komutasındaki 1516 Mercidabık Zaferiyle Suriye, Filistin ve Kudüs Osmanlı idaresine geçti. 1517’de Mısır’ın Osmanlı sınırlarına katılmasıyla, Doğu Akdeniz bölgesi Osmanlı yönetimine girdi.
Osmanlı yönetimi, Filistin’de akılcı ve adil siyasi uygulamalar yaptı. Kudüs gibi karmaşık toplumsal ve mimari yapılara sahip kutsal bir kenti sadece Türkler barış ve huzur içinde yönetti. Kudüs’ün 3 bin yıllık tarihi bunun açık kanıtıdır. Türkler, Kudüs ve Filistin’i 868-1098 ve 1187-1917 tarihleri arasında yaklaşık 10 asır boyunca barış ve istikrar içinde yönetti. Türklerin Kudüs’teki varlığı Kudüs’ün hoşgörü ve bir arada yaşama kültürü açısından özel bir dönemi temsil eder.
Kanuni Sultan Süleyman, Kudüs’ün imarında büyük işler yaptı. Kubbetü’s-Sahra ve Mescid-i Aksa başta olmak üzere kutsal mekanların bakımına öncülük etti. Ayrıca kente su getiren kanalları yeniledi, yüksek kapasiteli altı çeşme inşa ettirdi. Kentin güvenliği ve korunması amacıyla üç kilometre uzunluğunda ve 12 metreden fazla yüksekliğe sahip surları inşa ettirdi. Bu surların yedi büyük kapısı ve 34 kulesi vardı. 1551 yılında Hürrem Sultan Kudüs’te büyük bir külliye ve onu destekleyen bir vakıf kurdu. Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan, kutsal kentin güvenliği, imarı, toplumsal barışı ve ekonomik yapısına unutulmaz katkılarda bulundular.
BARIŞI BOZAN İNGİLİZ SİYASETİ
Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarında, 11 Aralık 1917’de Kudüs’teki uzun Türk hakimiyeti sona erdi. İngilizler Mart ve Nisan 1917’de Gazze’ye yönelik iki büyük saldırı düzenledi, ancak başarısız oldular. Bu askeri başarılar Türkler açısından çok önemlidir. Çanakkale ve Kutü’l-Amare’deki büyük zaferler gibidir. 31 Ekim 1917’de İngilizler, Gazze’yi işgal edebilmek için 3. saldırıya geçti. 40 günlük yoğun çatışmaların ardından Türkler, 8 Aralık’ı, 9 Aralık’a bağlayan gece Kudüs’ten çekilmek zorunda kaldı.
1948’de son İngiliz sömürge valisinin Kudüs’ten ayrılması ile kan dökülmesi arttı. İngilizlerin 31 yıllık işgal ve manda rejimi adalet ve barış yerine düşmanlık tohumları ekti. Hristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanların elleri birbirinin boğazındaydı. Yahudiler, Müslüman Araplar, Katolik ve Ortodoks Hristiyanlar o günden bugüne kurban vermeye devam ediyor. Kudüs, tarih boyunca nadir görülen büyük dramalar yaşadı ve barışa olan özlem hiç bitmedi.
7 Ekim’de yeni bir şiddet sarmalı başladı. Bu süreçte İsrail her zaman olduğu gibi bütün ağır silahları ve gelişmiş teknolojik askeri mühimmatlarıyla Filistin topraklarına saldırılara başladı. İsrail ile Filistin arasındaki çatışmalar devam ederken, İsrail güçleri, 17 Ekim 2023 tarihi, akşam saatlerinde Gazze›de bir hastaneyi bombalamak suretiyle hedef aldı. Saldırıda çocuklar, yaşlılar ve kadınlar başta olmak üzere çok sayıda masum ve sivil insan hayatını kaybetti. Maalesef bu, çağımızın en büyük dramıdır.
Filistin 868 yılından itibaren Türk hakimiyetine giren bir memleket olmasaydı ve 1516’dan 1917’ye kadar 401 yıl Osmanlı Devleti idaresinde kalmamış olsaydı ve Mescidi Aksa ilk kıblemiz olmasaydı, Gazze’ye tüccar olarak gidip orada vefat eden Hz. Peygamberin dedesi Haşim’in kabri ve babası Abdullah’ın ayak izleri ve Yıldırım Ordular Grubu Komutanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ayak izleri olmasaydı bile, bugün ihlal edilen savaş hukuku ve insanlık suçları sebebiyle, katliama uğrayan binlerce masum bebek ve çocuklar sebebiyle, meşru müdafaa hakkının ihlal edilip sivil tesislerin, hastanelerin, okulların hedef alınması sebebiyle biz Türklerin, diğer bütün gerekçelerden bağımsız olarak bir Filistin acısı yine olurdu. Çünkü biz Türk milleti olarak yüreği olan insanlarız.
Filistin toprakları coğrafi, tarihi, kültürel ve dini açıdan bizim bir parçamızdır. 21. yüzyılda medeni toplumlar bu vahşete karşı insani, hukuki, vicdani ve adil bir tavır takınmalıdır. Uluslararası toplum yeni bir testten geçiyor. Türkiye’nin insani yaklaşımı ve diplomatik çabaları büyük bir etki yapmışken İslam dünyası ve Arap ülkeleri daha neyi bekliyor?