|
Limona şırıngayla su basmak

Önce, yazarını bulamadığım bir metinden alıntı yapayım: “Önemli insanla değerli insan farklı kavramlardır. Önemli diye tanımlanan insan, önemini işgal ettiği makam, sahip olduğu imkanlar veya ilişki ağlarından alır. Değerli insan ise şahsiyetinden, hayat karşısındaki tutum ve davranışlarının toplamı olan duruşundan, entelektüel birikiminden, hülasa insanlığından dolayı değerlidir. Değerli insanlar baskı altında, zor ve sıkıntılı anlardaki tercihleriyle gösterirler kendilerini.”

Bu, burada bir dursun. Şimdi de Hüseyin Gökalp hocanın nefis tespitlerine kulak verelim: “Entelektüel tefecilik diye bir olgu var. Türkiye’de İlber, Dücane, Celal, Mustafa Öztürk gibi pek çok isim sayılabilir. Bunlar zeki pazarlamacılar. Kimin hangi duygu ve düşünceye ne kadar ihtiyacı olduğunu, ihtiyaçların değişkenliğini, tahsilatın nasıl yapılacağını bilen adamlar. Bunlar, halkların çoğunluğunu oluşturan tembel cahillere bir miktar detay lüzumsuz bilgi, ters çıkarım, çarpıcı metafor, hızlı tüketilebilir veri sağlarlar. Tahsilatları ağır olur. Geçimleri bunun üzerinedir….. Dikkat edin, bunlar çok özgüvenli ve emin konuşur. Karşılarına çıkan, onları yücelten figüranlar veya yanlarında onlara omuz veren sunucular bulunur. Çünkü onlar da nasiplenir. Kibirlidirler çünkü bu da oyunun bir parçasıdır. Cahil tembeller bayılırlar kibirlilerin tekebbürüne…. Tarihte gerçekten kurucu metinler yazmış, idealler ortaya koymuş, kaliteli nesiller çıkarmış ve onlarla dünyayı etkilemiş isimlere bakın. Hak ya da batıl, samimi olduklarını görürsünüz. Kendilerini değil fikirlerini ortaya koyarlar ve gerçekten bedel öderler…. Piyasa böyle olduğu sürece bu adamlar ve benzerleri daha çok tezgâh kurarlar. Her zaman derim ‘bize lazım olan şey süperstar âlimler, entelektüeller, bilim insanları falan değil.’ Tembellikle mücadele etmeli ve halkımızın ortalama kalitesini artırmalıyız.”

Gökalp hocanın bu tespitleri de burada bir dursun.

Ben sürekli “dertsiz başına dert alan” biri olmak zorunda hissediyorum kendimi. Çünkü insanın temel ödevinin “dertsiz başına dert almak” olduğunu düşünüyorum. Niye böyledir bu? Çünkü çok temelde “gücünün yettiği kadar dünyayı değiştirebilmek” insanın üzerine vazifedir. Buradaki “güç yetimi” ise başkasının değil, ancak insanın kendisinin bilebileceği bir kapasiteyi işaret eder. Denilebilir ki “gücünün yettiğini değiştirmemek” insana günah olarak yeter.

Bundan üç sene falan önce Adana’da otobana girerken, elinde fileyle limon satan delikanlılar görmüştüm. Limonların sulu olduğunu ispat etmek için, müşteri yanaştığında bir limonu ortadan ikiye bölüyorlar ve yere doğru sıkıyorlardı. Böyle foşur foşur akan, supsulu bir limon görüyordunuz. Bu fotoğrafa yenilip bir file limon aldığımda gördüm ki değil foşur foşur, bir damla bile suları yoktu limonların. Belli ki sıktıkları limonun içine şırıngayla su basıyorlardı. “İnsan bu tezgâhı kurmaya niçin gönül indirir ki?” diye sormuştum kendi kendime. Sonra da şöyle bir cevap bulmuştum: “Çünkü bu çocuklar işlerini düzgün yapmayı unutmuşlar.”

Hüseyin Gökalp hocanın refere ettiği manada “entelektüel tefecilik” tam da limona şırıngayla su basmaya benziyor. Organik, kendiliğinden, kaç damla su çıkarsa ona razı olunan bir limon değil de bütünüyle göz boyamaya, el çabukluğuna, satıp kaçmaya dayalı bir limon.

Mesele burada Dücane, İlber, Sinan, Celal falan değil. Burada mesele, toplamda bu tezgâha müşteri olmama meselesi. Bunu göze alabilme meselesi.

Belki de tam bu yüzden, ben “edep dairesi içinde” kalarak eleştiri yapınca Dücane’nin bana en hafifi “haysiyetsiz, tosuncuk” falan olan hakaretlerini duyunca hiç önemsemedim. “Bir prototip” olarak ondan daha fazlasını beklemek yanlış olurdu zira. Ama insanlar, büyük bir hırsla gelip “Dücane sana nasıl laf soktu ama” deyince samimiyetle çok üzüldüm. İçinde bulunduğumuz çölleşmenin en net göstergesi saydım bunu çünkü.

Samimiyetle üzüldüğüm başka bir şey daha söyleyeyim. Dücane bana “Sen bacakların titremeden benim gözümün içine bile bakamazdın” dedi ve insanlar bunu da alkışladı mesela. Bunun üzerine düşündüm biliyor musunuz? Dücane söylediklerinde bir bakıma haklı. Aldığım aile terbiyesi bana hem benden yaşça büyüklere, hem benden daha bilgili olduğunu düşündüğüm insanlara “edeple ve saygıyla davranmayı” öğretti. Edepli olmayı, muhatabına saygı göstermeyi, tevazu ile yürümeyi “bacak titremesi” ile eşitleyen bir adamın alkış almasına öyle üzüldüm, öyle üzüldüm ki anlatamam size üzgünlüğümün derecesini.

İşte bu üzgünlüğümün imdadına da yukarıda alıntıladığım cümleler yetişti. Kendisini değerli kılmak yerine “başkaları tarafından önemli bulunma”yı hayatının merkezine yerleştirmiş ve kibri de “pazarın bir gereği” olarak gören entelektüel tefeciler varlar ve yaşadığımız çölleşmenin asıl müsebbipleri de bu adamlar.

“Filistinli diye toprağını satan adama denir” diyen entelektüel tefeciyle en küçük eleştiri karşısında “haysiyetsiz” ile başlayan cevaplar veren tefeci, aynı yap-bozun berbat parçaları.

Allah hiçbirimizi istikametten ayırmasın.

#hayat
#aktüel
#İsmail Kılıçarslan
10 gün önce
Limona şırıngayla su basmak
Kara dinlilerle milletin savaşı
Uluslararası ekonomik kuruluşların ülke ekonomileri üzerindeki etkileri
Sınavsız atamalara ve sözlü sınavlara acilen çözüm üretilmeli
Millî eğitim, 1 numaralı millî güvenlik meselesine dönüştü!
Bolivya darbe girişimi ve Türkiye modeli tartışmaları