|
Dindarlık ve sanat

Sanat iyi - kötü, güzel - çirkin, faydalı – faydasız, olumlu - olumsuz ayrımlarına düşülmeksizin, en genel şekliyle nefsin tezahürlerinden olan hevâ ve heves ile irtibatlandırıldığında, insan ve sanat meselesinin bu irtibatlandırmanın kendisinden değil, hevâ ve heves kelimelerine yüklenen anlamlardan, bunların ruhsal ve toplumsal planda sevk ve idaresinden diğer bir ifadeyle inançlar, kültürler, alışkanlıklar… esasında terbiyesinden kaynaklandığı görülecektir.

Bunu güncel olanın içinden konuşmak yani kolay anlatmak ve anlaşılmasını sağlamak tahtında, en sığ düzeyde şu sorunun içinden düşünmeyi teklif edebiliriz:

Günümüzde nefs ile hevâ ve heves dahil sanata ve edebiyata değen sair tezahürleri harekete geçirmek için mi, yoksa salt insanı tanıma esasında verilen yoğun mesainin sonucunda bir tür taşmaya ve dolayısıyla yaparak / yazarak konuşmaya maruz kalındığı için mı sanatçı / yazar olunur?

Bu sorudaki her iki husus da son tahlilde yukarıda zikrettiğimiz terbiye tarzlarıyla ilgilidir. Zira “al eline kalemi yaz başına geleni” sözüyle özetleyebileceğimiz ilk husus, herkesin değerinin madde (para, mal ve mülk) ile ölçülmede eşitlendiği şu modern zamanda -yeni bir kültürel tutum olarak- bu eşitlikte farklılaşmanın diğer bir söyleyişle sıradanlaşmayı aşmanın bir yoluna işaret ederken, ikinci husus çok uzun vadede fayda sağlayan ve bu nedenle pratik bir yarara acilen dönüştürülemediği için zihni bir konfor olmaktan -başında kavak yelleri esmekten- öteye gitmeyen -talibi de son derece az- bir eğilimi ifade etmektedir.

Sabah en erken kalkanın ressam, romancı, öykücü, şair oluşuna, heykel, tablo, kitap enflasyonunun iktisadi enflasyonu sollayışına bizzat tanık olmamız nedeniyle ilk hususu örneklendirmemiz gereksiz. “Efendim, fictional reality bağlamında kurgunun ve kurmacanın karakterde neden olduğu kaçınılmaz dönüşümlerden doğan gerilim…” vb. şeklindeki söyleyişlerde ağızı dolduran ama içerikte sadece yeni bir manasızlığı üreten sözüm ona entelektüel salvoların, dijital kurgunun sonsuzluk hissi veren imkanları karşısında saman alevi gibi sönüp gitmesi bile sanatın ve dolayısıyla edebiyatın konuşulmasını tek başına zait hale getirmekte; insanın insanlık vasatını hayvanlığı yönünde eksiltmek suretiyle yeni bir yazınsal tarz (ve edebi şöhret) elde edebileceklerini sananların, yazımızın girişinde zikrettiğimiz ayrımsızlıkta ikinci şıkları zorlamaları da ruhunu zaten teslim etmiş olan sanat ve edebiyatın tabutuna yeni bir çivi çakmaktan ibaret bulunmaktadır.

Bu durumda bizim sanat ve nefs(in tezhürleri) ilişkisi planında insanı tanıma gayretinden kaynaklanan zorunlu taşmayı konuşmamız gerekmektedir. Bunun için “Sanatın nedeni hevâ ve hevestir” önermemize tekrar dönmemiz, hevâ ve hevesi yok etmeye çalışmanın son tahlilde onlarda dizginsizleşmekle benzer bir sonucu üreteceğini bilmemiz; bu bilgi sayesinde İslami vasatı gözeterek hevâ ve heves başta gelmek üzere sanata ilişen nefsî güçlerin terbiyesine zihin yormamız gerekir.

Sanat ve edebiyatın ölümü konusundaki bugünkü mevcut uzlaşma gerçekte bu mefhum ve amele değil Batılı normlardaki sanat ve edebiyatın ölümüne dairdir. Sanat ve edebiyat insanın hakikatine bitişik olduğuna, insan bitmedikçe bunlar da bitmeyeceğine göre, maalesef son üç yüz yılımızı işgal eden Batılı sanat ve edebiyatın ölümünden doğan boşluğu yeniden ve layıkıyla doldurmak da Batılılara değil bizlere düşmektedir. Çünkü bizler o ölüm selinin içinde değil, -zorunlu modernler olarak maruz bırakıldığımız onca kültürel tahribe rağmen- dışındayız ve bu sele müdahale etmek de ancak onun dışında durabilenlerin yapabilecekleri bir şeydir.

Buna göre ölen bir sanata ve edebiyata mersiyeler yazmayı, ölme nedenlerini tartışmayı ve mümkündür ki faydalanılabilir sonuçlar üretmeyi bir kenara bırakıp, harici etkilerden arınmış olarak kendi edebiyatımızı yeniden kurmaya yönelmeli ve bu maksatla aynı zamanda sanat ve edebiyata mesenlik olan tasavvufa doğru yol almalıyız.

Tasavvuf dediğimiz yerde Din’den yani İslam’dan söz ediyoruz demektir. Bu bağlamda tasavvufu had olarak almanın ön şartı ise İslam’a tabi olmak anlamında dindarlıktır. Bu aynı zamanda sanatta ve edebiyatta onları var ederek var olmanın da ilk şartıdır.

Cüneyd-i Bağdâdî’nin “Allah’ın öyle kulları vardır ki O’nun azametini düşündükleri zaman O’ndan ayrı olmaları ve O’nun heybeti sebebiyle sanki kemikleri birbirinden ayrılacak gibi olur. İşte söz sanatının ustaları, azat olmuş köleler, zekiler, Allah’ı ve O’nun günlerini bilenler bu kimselerdir.” sözünde kastettiği bağlanmanın ta kendisi olan dindarlık…

Nasipse buradan devam edelim inşallah.

#Aktüel
#Hayat
#Ömer Lekesiz
1 ay önce
Dindarlık ve sanat
Uluslararası ekonomik kuruluşların ülke ekonomileri üzerindeki etkileri
Sınavsız atamalara ve sözlü sınavlara acilen çözüm üretilmeli
Millî eğitim, 1 numaralı millî güvenlik meselesine dönüştü!
Bolivya darbe girişimi ve Türkiye modeli tartışmaları
İran seçimlerinin düşündürdükleri