
Nüfus politikaları Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ülkemizin gündeminde oldu. Kurtuluş Savaşı sonrası azalan nüfus, İzmir İktisat Kongresi’nde tartışıldı ve Atatürk’ün ‘milli politika’ talimatıyla nüfus artırıcı politikalara geçildi. Böylece 1923-1955 arasında ülkemizde uygulanan nüfus artırıcı politikalar ile nüfus neredeyse ikiye katlandı.
Türkiye’de doğurganlığın düşme eğilimi tüm dünyada olduğu gibi 1960 tarihinden itibaren başladı. Ama yine de 1965 yılında Nüfus Planlaması Kanunu çıkarılarak doğumu önleyici politikalar benimsendi. 1983 yılında ilgili kanunda yapılan düzenlemeler ile politikalar daha da güçlendirildi. Ülkenin en ücra yerlerine kadar ulaşılarak adeta bir seferlik ilan edildi. Ne yazık ki kürtaj aile planlaması aracı sayıldı. Ne olduysa da ondan sonra oldu.
1960 yılından itibaren dünyada doğum oranları düşmeye başladı. Demografik geçiş denilen bu süreç ülkeden ülkeye farklılık gösterir. Örneğin; İngiltere’nin 6 çocuktan 3 çocuğa düşmesi 97 yıl alırken, ne yazık ki Türkiye’de bu, 27 yılda gerçekleşti.
Türkiye, 2008 yılından doğurganlık hızının (nüfus yenilenmesinin durduğu) 2.1 kritik eşiğini görmesiyle birlikte 10’uncu Kalkınma Planı’ndan itibaren nüfus artırıcı politikaları benimsedi. Konuya ideolojik saplantı ile bakanlar, önemini kavramayanlar Cumhurbaşkanımızın 3 çocuk çağrısını anlamadılar.
2015 yılında ise ‘Ailenin ve Dinamik Nüfus yapısının Korunması Programı Eylem Planı’ ile de harekete geçildi.
Pandemi ve 6 Şubat depreminin ardından Türkiye ilk defa 2023 yılında 1.51 doğurganlık oranı ile OECD ortalamasının altına düştü.
2024 yılı itibarıyla Türkiye’nin doğurganlık hızı 1.48 ile artık ne yazık ki alarm vermeye başladı. Nüfusun hızla azalması Türkiye gibi dinamik bir ülkenin, en büyük gücü olan toplumsal kapasitesini ve beşerî sermayesini kaybetmesi demek.
Doğurganlık ve istihdam ilişkisine bakıldığında TÜİK verilerine göre, 2022 yılında toplam doğurganlık hızı 1.63 iken; istihdamda olan kadınların doğurganlık oranı 1.38, istihdamda olmayan kadınların doğurganlık oranı ise 1.72’dir. Yani ev kadınlarında da doğurganlık hızı 2.1 eşiğinin altında. İşgücü piyasasındaki kadınların oranı %35.7 olduğuna göre, doğurganlık hızındaki bu keskin düşüşü tek başına kadın istihdamı ile açıklamak son derece zor ve yetersiz kalmakta.
Toplumsal değişimler elbette bir ya da birkaç parametre ile açıklanamaz. Bununla birlikte uzmanlara göre birkaç başlık öne çıkıyor;
* 1960 yılından itibaren hızlı iç göç ile kırsaldaki evlilik ve çocuk sahibi olma anlayışının şehirde değişmesi,
* Kırsaldan farklı olarak, şehirde evliliğin eğitim ve iş sahibi olmanın sonrasına ertelenmesi.
* İlk işe başlama yaşının yükselmesi ve buna bağlı olarak evlilik yaşı ve ilk çocuk sahibi olma yaşının yükselmesi,
* Kırsalda daha kolektif olan çocuk ve yaşlı bakımının şehirde sadece annenin üzerinde olması. Çocukların özellikle şehirde artan eğitim, ergenlik vd sorumluluğuyla kadınların yalnız baş edememesi.
* Ortalama yaşam ömrünün artmasıyla, yaşlı bakım sorumluluğunun 30-45 yaş arası kadınların üzerinde olması, yeni bir çocuk yapma isteğini ötelemekte.
Sebepleri doğru anlamadan sonuçlar üzerinden yapıcı bir çözüm yakalamak zor olacak. Doğru bir analiz ile sebepleri ortadan kaldırıcı bir yaklaşım izlenmeli.
Aile Yılı vesilesiyle ‘Aile ve Gençlik Fonu’ ve bütün bu başlıkların değerlendirileceği Nüfus Politikaları Yüksek Kurulu’nun çalışmaları önemli ve ümit verici.
Nüfus konusu, memleket meselesi ve sığ politik kavgalara malzeme edilmemeli. Konunun sorumluluğunu da sadece kamu yönetiminin ve kadınların üzerine bırakarak sağlıklı bir çözüme ulaşamayız. Akademi, STK’lar başta olmak üzere, kadın erkek tüm paydaşlarla birlikte toplumsal bir mutabakat şart.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.