Kitap aşkının bu derecesi…

04:007/12/2025, Pazar
G: 7/12/2025, Pazar
Dursun Gürlek

Asıl adı Kays olan Mecnun’un Leyla’ya duyduğu aşkın derecesi ne kadar yüksek ise, merhum Ali Emiri Efendi’nin kitaplara olan muhabbeti de o nispette aşkın ve taşkındı. Diğer bir ifadeyle söylemek gerekirse, eskilerin “mecânin-i kütüp” yani kitap delileri diye tavsif ettikleri bu her türlü takdire şâyân zatların en tipik temsilcilerinden biri de -hiç şüphesiz- Ali Emiri Efendi’dir. Eğer ondaki bu aşk galeyanı kendisini böyle bir kitap mecnunu haline getirmeseydi bugün İstanbul’da “Millet Kütüphanesi”

Asıl adı Kays olan Mecnun’un Leyla’ya duyduğu aşkın derecesi ne kadar yüksek ise, merhum Ali Emiri Efendi’nin kitaplara olan muhabbeti de o nispette aşkın ve taşkındı. Diğer bir ifadeyle söylemek gerekirse, eskilerin “mecânin-i kütüp” yani kitap delileri diye tavsif ettikleri bu her türlü takdire şâyân zatların en tipik temsilcilerinden biri de -hiç şüphesiz- Ali Emiri Efendi’dir. Eğer ondaki bu aşk galeyanı kendisini böyle bir kitap mecnunu haline getirmeseydi bugün İstanbul’da “Millet Kütüphanesi” diye bir ilim hazinesi olmayacaktı.

Merhumun, özellikle değerli yazmalara büyük bir ilgi duyduğunu, onları elde etmek için her türlü fedakârlığa katlandığını, kitapla, kütüphaneyle az çok ünsiyeti olan herkes bilir. Bu minval üzere kayıtlara geçen ve dilden dile dolaşan hikâyelerin, anekdotların büyük bir yekûn tuttuğu bilinmektedir. Kütüphanesindeki bütün kitapları bir yana bırakalım, sırf Divânü Lügâti’t-Türk’ü elde etme macerası bile filmlere konu olacak renkli sahneler teşkil etmektedir. Bu vesileyle belirtmek gerekirse, adı geçen anıt eserin Ali Emiri Efendi tarafından nasıl keşfedildiğini en ince ayrıntılarına varıncaya kadar kayda geçiren ve bunu en heyecanlı bir macera romanı gibi bizlere defalarca okutturan Kilisli Muallim Rıfat Bey’e de teşekkür etmemiz gerekiyor.

Arkadaşlarının ve dostlarının bu konuda anlattıklarını bir yana bırakıp, sözü doğrudan doğruya Emiri Efendi’nin bizzat kendisine verelim. Hazret, “Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası”nda neşrettiği bir yazıda Yemen’de yaşadığı kitap macerasını, son derece ilgi çekici bir üslupla bize şöyle anlatıyor:

Mademki Yemen bahsi açıldı, öyleyse orada gördüğüm iyilikten, cömertlikten ve hamiyetten size biraz bahsedeyim:

Musannif hattıyla yazılı olup da “Nefehâtü’l-Anber…” adını taşıyan bir kitabın Gökban kazasında olduğunu haber aldım. Gökban, bizim idaremizde olduğu için mektup yazıp getirttim. İstinsah (kopya) ettikten sonra ücretiyle birlikte geri gönderdim. Meğer bu, kitabın birinci cildiymiş. İkinci cildini de aramaya başladım. Haber aldığıma göre musannif hattıyla yazılmış olan ikinci cildi de halen imam bulunan Seyyid Yahya Hamidüddin Hazretlerinin yanında imiş.

Bazı önemli şahsiyetler vasıtasıyla müracaat ettim. Seyyid Yahya Hamidüddin hazretleri derhal kitabı gönderdi. Bunu da istinsah ettirip iade ettim. Meğer kitap üç ciltmiş. Bu kere üçüncü cildini de aramak zorunda kaldım. Yine haber aldım ki, bu üçüncü cild musannif hattıyla yazılmış olarak Sa’de şehrinde oturan bir zatın yanındaymış. İşte zorluk burada! Çünkü Sa’de geniş bir memlekettir. Ayrıca Osmanlıların da İmam Yahya Hamidüddin’in de idaresi altında değildir. Başlı başına bir idari sisteme bağlıdır.

İmam Şerefüddin sülalesinden ve Sana’daki dostlardan Seyyid Abdullah bin Abdülkadir ile müşavere ettim. O da bu iş kolaydır dedi.

İcap eden zatlara mektuplar yazdı. Mektupları götürecek bir adamı görevlendirdi. Dağdan dağa aşarak Sa’de’ye gönderdi. Onlar mektubu okudular ve başüstüne dediler. Kitabı giden şahsa teslim ettiler. Kitap geldi. İstinsahına başlattırdım. O sırada İstanbul’a dönmek üzere olduğumdan parasını Seyyid Abdullah Efendi’ye bıraktım. İstanbul’a geldikten altı ay sonra Seyyid Abdullah Efendi, hesap pusulasıyla beraber kitabı gönderdi. Asıl nüshasını da mahalline iade etti. İşte bu nadir kitabın her cildini Yemen’in çeşitli şehirlerinden getirttim. 1400 sayfayı geçen bu üç büyük cildi kütüphaneme kazandırdım.

Size ikinci bir kitap fıkrası daha arz edeyim: Bir heyetle yine Yemen’de Taiz sancağına gittik. Orada bir zatta “Kitabü’l-İhsan” adında üç yüz yıl önce yazılmış son derece değerli bir kitap olduğunu haber aldım. Kânûnî Sultan Süleyman zamanında, evvela Yemen’in Taiz şehri ele geçirilince bu kitabın müellifi Osmanlı Devleti tarafından, kadı olarak oraya tayin edilmiş. Görevi elli, altmış sene kadar devam etmiş. Bu kitabı yazmış. Vefat edince yerine oğlu kadı olarak tayin edilmiş. Onun da kadılık görevi elli, altmış seneyi bulduğundan o da babasının kitabını tamamlamış.

Bu mübarek pederle oğlu, adı geçen şehirde uzun bir ömür yaşamışlar ve ikisi birlikte bu değerli kitabı yazıp bitirmişler. İstinsah ettirmek için istedim. Sahibi vermek istemedi. Sebebi de vaktiyle bir mutasarrıf okumak için kitabı istemiş ama dostları, kitabı vermeme tavsiyesinde bulunmuşlar. Tavsiye kabul edilmediğinden -bir ihtiyat olmak üzere- kitabın cildini sökmüşler, her biri, bir cüz’ünü yazmış, yazdıkları nüshayı yanlarında alıkoyup aslını mutasarrıfa vermişler. Mutasarrıf da bugün, yarın diyerek kitabı iade etmemiş. Alıp birlikte götürmüş. Bu üzücü haberi işitince kitabın sahibine hak verdim. Belediye reisini çağırttım. Müstensihi yanına katıp gönderdim. İster evinde, isterse belediye dairesinde yazılmasını teklif ettim. Böylece kitabın ikinci bir nüshasını elde etmeyi başardım.

Başınızı ağrıtıyorum ama size üçüncü bir kitaptan daha bahsedeceğim. Şeyh Mustafa bin Fethullah el-Hamevi’nin “Fevâidü’r-Rıhle…” adında bir kitabının olduğunu, Rumeli’yi, Anadolu’yu, Arabistan’ı dolaşarak ve her gittiği yerin âlimleriyle, edipleriyle görüşerek bu kitabı yazdığını, daha sonra Yemen’e gidip orada vefat ettiğini biliyordum. Bu münasebetle Sana’da, Hudeyde’de bu kitabı çok aradın ana bulamadım.

Ben Taiz’deyken Yemen Nakibüleşrefı Seyyid Mehmed Emin Efendi, Taiz’e geldi. Mülakat esnasında bu kitaptan bahsettim. O kitabı bu isimle Yemen’de kimse bilmez, o eserin Yemen’deki meşhur ismi “Târih-i Hamevi”dir, dedi.

Beytü’l-Fakih kazasında, merkeze dört beş saatlik mesafedeki bir köyde oturan Seyyid Ömer adında bir zat vardır. O kitap, o zattadır. Fakat nadir bir nüsha olduğu için kimseye vermez. Beytül- Fakih kaymakamına yaz, Seyyid Ömer’e adam göndersin ve Nakibüleşraf’ın haber verdiğini söylesin, kitabı aldırsın, dedi.

Ben, derhal Beytü’l-Fakih kaymakamı Abdülkadir Efendi’ye telgraf çektim. Kaymakam Bey, cevaben orası eşkıyanın elindedir, dolayısıyla adam göndermek mümkün değildir, ancak maiyetime yeteri kadar asker verilirse bizzat gidip kitabı alabilirim, cevabını verdi.

Derhal Müşir (Mareşal) Fevzi Paşa hazretlerine telgrafla müracaat ettim. Mareşal yeteri kadar askerin sevkini emretti. Kaymakam bu askeri birlikle yola çıktı. Yolda eşkıya ile karşılaşıldı. Vuku bulan çatışma bunların zaferiyle sonuçlandığı için köye girmeyi başardılar. Nakibüleşraf Efendi’nin teminatını Seyyid Ömer Efendi’ye bildirerek, kitabı alıp döndüğünü, yalnız kendisiyle birkaç askerin elbisesine kurşun isabet etmiş ise de -şükürler olsun- ölen olmadığını telgrafla beyan etti. Ben de Hudeyde’ye dönünceye kadar kitabın yanında muhafaza edilmesini telgrafla bildirdim. 15 gün sonra Hudeyde’ye döndüğünde Kaymakam Bey, kitabı bizzat alarak Hudeyde’ye geldi.

Kitap bir büyük cild idi, lakin kenarlarını fareler, böcekler yemiş. Güya muhafaza için bez parçaları yapıştırılmış. Garip değil mi, bazı yerlerine de ince tahta parçaları yerleştirilmiş. İyi bir müstensih ayarlayıp yazdırdım. Kenarlarında çürüyüp dökülen yerleri halen bu kitabımda açıkça görülmektedir.

Kitabın tamamlanmasından sonra Seyyid Ömer’e bir teşekkür mektubu yazdım. Yirmi Osmanlı lirasıyla birlikte kaymakama gönderdim. Kaymakam yine yanına asker alarak gidip kitabı teslim etti. Seyyid Ömer Efendi’den aldığı makbuz ilmühaberiyle bir teşekkürnâme ve o sırada Beytü’l-Fakih’e dönen Nakibüleşraf Seyyid Mehmed Efendi’den de takdiri hâvi bir mektup alarak Hudeyde’ye geldi ve bana teslim etti.

Ne yazık ki, büyük bir cild olarak bu kitap ayın harfine kadar yazılabilmiştir. Ben iki cild olarak tebyiz ettirdim. (Temize çektirdim) Kütüphanemde mevcuddur. İkinci cildini bilen ve haber veren bulunursa, ona da aşk olsun!

Ali Emiri Efendi işte böyle bir kitap âşığı idi. Kültür Bakanlığı, Turizm Bakanlığı’ndan ayrılınca belki belgeseli de yapılır.

#aktüel
#hayat
#Dursun Gürlek