Merhum Süheyl Ünver ve Mükrimin Halil Yınanç’tan İnciler

04:0016/07/2023, Pazar
G: 15/07/2023, Cumartesi
Dursun Gürlek

Eskiden öyle kütüphane müdürleri vardı ki, onların makam odaları aynı zamanda birer ilim ve edebiyat meclisi idi. Kalem ve kelam erbabı dediğimiz söz ve yazı üstadları bu meclislerde toplanıyorlar, tadına doyum olmayan sohbetler yapıyorlardı. Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin eski müdürlerinden merhum Muzaffer Gökman, bu ilim ve irfan mahfillerinin müdavimlerini “kütüphane dervişleri” diye nitelendiriyor. Kütüphanesini engin ilmiyle, zengin mahfuzatıyla, rengin sohbetiyle, son derece geniş kapsamlı

Eskiden öyle kütüphane müdürleri vardı ki, onların makam odaları aynı zamanda birer ilim ve edebiyat meclisi idi. Kalem ve kelam erbabı dediğimiz söz ve yazı üstadları bu meclislerde toplanıyorlar, tadına doyum olmayan sohbetler yapıyorlardı. Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin eski müdürlerinden merhum Muzaffer Gökman, bu ilim ve irfan mahfillerinin müdavimlerini “kütüphane dervişleri” diye nitelendiriyor.

Kütüphanesini engin ilmiyle, zengin mahfuzatıyla, rengin sohbetiyle, son derece geniş kapsamlı kitabiyat bilgisiyle bir mektep haline getiren iki büyük hafız-ı kütüpten biri İsmail Saib Sencer, diğeri de Ali Emiri Efendi idi. Her ikisinin kütüphanesi de birer cazibe merkezi olduğu için kitap dostlarıyla, ilim âşıklarıyla, sohbet erbabıyla dolup taşıyordu. Eğer buralarda yapılan konuşmalar düzenli bir şekilde kaydedilip kitap haline getirilmiş olsaydı koca koca ciltler ortaya çıkardı. Ne yazık ki, bu pek yapılamadı.

Bendeniz yaş itibariyle bu iki büyük kütüphanecimize yetişemedim ama Ali Emiri Efendi’nin kurmuş olduğu “Millet Kütüphanesi”nde uzun yıllar müdürlük yapan merhum büyüğümüz Mehmet Serhan Tayşi’den feyiz alma imkanını elde ettim. Kim ne derse desin, Serhan Tayşi, Ali Emiri Efendi’nin tam bir hayrülhalefiydi ve kütüphane sohbetlerinin son temsilcilerinden biriydi. Tasavvuf neşvesiyle de renklendirdiği konuşmaları ilim irfan teşnegânını (susamışlarını) gaşyediyordu. Bu sohbetlerin kaydedilip kitap haline getirilmesi için fırsat kolluyordum ki, bir gün meşhur Çınaraltı’nda tanışma imkânı bulduğum Taha Kılınç, bana bu fırsatı verdi. Şimdilerde “Derin Tarih Dergisi”nin yönetmenliğini yapan, Yeni Şafak’ta köşe yazan ve genç yaşında birçok esere imza atan Taha Kılınç kardeşimizi Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde merhum Serhan Tayşi ağabeyimizle tanıştırmış olmam, “M. Serhan Tayşi – Ali Emiri’nin İzinde” isimli hatıra kitabının hazırlanması ve yayımlanması için yeterli oldu.

Aklıma gelmişken belirteyim. Mehmet Serhan Tayşi Bey, kendini dinleyen gençleri arada sırada şöyle ikaz ederdi. Büyük zatlarla bir araya geldiğiniz zaman sadece dinlemekle yetinmeyin, onlara çeşitli sorular yönelterek deşin, derdi. Bu türlü hatırlatmalara ben de defalarca şahit olmuşumdur.

Bu mukaddimeyi sözü birkaç gün önce gördüğüm bir rüyaya, ayrıca Süheyl Ünver ile Mükrimin Halil Hoca’ya getirmek için yaptım. İçinde bulunduğumuz Temmuz ayının beşinci Çarşamba gecesi bir rüya gördüm. Şöyle ki: Süheyl Ünver Hoca başta olmak üzere bir grup insanla, bilmediğim tanımadığım bir mekânda yürüyoruz. Nereye gittiğimizi kestiremiyorum ama herhalde camiye gidiyoruz, lakin benim abdestim yok diye içimden geçiriyorum. Abdest almak için gruptan ayrılıyorum. Süheyl Hoca da benimle birlikte hareket ediyor. Derken çeşit çeşit çiçeklerle dolu bir bahçede bir yere oturuyoruz.

Süheyl Ünver, merhum sohbete başlıyor. Ben bir ara, efendim, Prof. Mükrimin Halil Yınanç hakkında ne dersiniz diye kendisine bir soru yöneltiyorum. Dünyada iki büyük adam vardır. Birincisi Mükrimin Halil’dir, cevabını veriyor. Orada hazır bulunan ama kendilerini tanımadığım bir gruba, yahu ne meraksız adamlarsınız, niçin ikincisi kim diye hocaya sormuyorsunuz şeklinde sitem ediyorum ve Hoca’yı dinlemeyi sürdürüyorum. Yaşlılık haliyle yerinden kalkacağı sırada yardım etmek maksadıyla kucaklamak istiyordum ki rüya sona erdi.

Rüya bitiyor ama benim de Ord. Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver’in 3 Nisan 1967 tarihli “Hayat Tarih Mecmuası”nda “Mükrimin Halil Yınanç’tan İnciler” başlığıyla yayımladığı notlar aklıma geliyor. Defalarca okuduğum ve hakikaten söz incileri kabul edebileceğimiz bu notları ben de “Ayaklı Kütüphaneler” kitabıma almıştım.

İşte bu rüyanın etkisiyle “Ord. Prof. Mükrimin Halil Yınanç – Makaleler” adıyla Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlanan hacimli kitabın sayfalarını çevirmeye başlıyorum ve “Mükrimin Halil Yınanç’tan Sözler: Derleyen: Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver” başlığıyla karşılaşıyorum.

“Takdim” başlığıyla yayımlanan bu yazının birkaç cümlelik özeti şöyle:

Süheyl Ünver Mükrimin Halil Hoca dostluğu 1919’da başlıyor. Ünver, Tıp Fakültesi’nin 4. sınıfındadır, Mükrimin Halil ise Edebiyat Fakültesi’ne devam etmektedir. Bunlar sık sık Millet Kütüphanesi’ne gidiyorlar ve birlikte ders çalışıyorlar. Fakat büyük kitabiyat bilgini Ali Emiri Efendi yüksek sesle konuşmaya başlayınca her ikisi de dersi mersi bırakıp pürdikkat bu ünlü kütüphanecimizi dinliyorlar. Süheyl Hoca, dinlediklerinin en önemlilerini “Kırkambar” isimli cep defterine kaydediyor.

Aradan yıllar geçiyor. Mükrimin Halil hocalık hayatına atılıyor. Üniversitede nadide kitapları inceliyor. Kütüphaneleri ikinci adres haline getiriyor. Bunlar 20 sene kadar da Türk Tarih Kurumu’nda birlikte görev yapıyorlar. 1954’ten 1957’ye kadar “Tarihi Mezarlıkları İmar Komisyonu”nda bulunuyorlar. Mükrimin Hoca, bu komisyona başkan seçiliyor. Ünlü tarihçimiz, Tıp Tarihi Enstitüsü’ne de uğruyor ve her gelişinde tarihi hakikatleri o güzel üslubuyla anlatmayı sürdürüyor. Süheyl Hoca, “Anlattıklarının doğru olduğuna kesinlikle inanıyorduk. Çünkü müthiş bir hafızaya sahipti, bir defa okuduğu aklında kalırdı” diyor. Ve Süheyl Ünver not tutma geleneğine Hoca’yı dinlerken de uyarak duyduklarının hepsini kayda geçiriyordu. İşte Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’in “Mükrimin Halil Yınanç’tan İnciler” başlığıyla yayımladığı tarihi anekdotlar böylece ortaya çıkmış oluyor. Süheyl Ünver, aynı yazısında “Mükrimin Halil, sadece üniversitedeki talebelerinin hocası değil, o aynı zamanda kendisine soru yöneltenlerin de hocasıydı” diyerek ilgi çekici bir tesbitte bulunuyor. Merhumun hayatı boyunca yaptığı sohbetleri bir yana bırakalım, sadece Laleli’deki Acem’in Kahvesi’nde söyledikleri tespit edilip kitap haline getirilmiş olsaydı ortaya tam bir kültür hazinesi çıkardı.

Her biri ayrı bir tarihi gerçeği dile getiren 135 maddelik bu anekdotların hepsini nakledemeyeceğim. Sadece bir ikisini kaydetmekle yetineyim.

Mükrimin Hoca diyor ki:

Padişahların muhtelif yerleri arpalık namıyla çeşitli vezirlerine vermesi, verilen yeri imar ve ihya et demektir. Böylece zengin paşalar, bütün servetlerini harcayarak oraları birer mamure haline getiriyorlar. Mesela Gedik Ahmet Paşa’ya Afyon verildi. Hersek de Hersek Ahmet Paşa’ya… Kanuni de Gebze’yi Çoban Mustafa Paşa’ya verdi. Kadıköy ise, İstanbul’un ilk kadısı Hızır Çelebi’nin arpalığıdır.

Sultan Vahidüddin harika bir musıkişinastı. Çok ince ve hassas bir bestekârdı. Bu özelliğini İbnülemin de anlatmıştı. Hanedanlar içinde bizim Osmanlı hanedanı kadar kuvvetlisi ve kıymetlisi yoktur.

Eskiden camiden önce hamam yapılırdı. Çünkü amelenin, Allah’ın evi yapılırken yıkanması gerekiyordu. Dolayısıyla amele sabahleyin gelir, guslederdi. Akşamleyin dönüşte yine hamamda yıkanırlardı. İş başında gusüllü ve abdestli olması gerekiyordu.

Kuvvetimiz tarikatlerden kaynaklanıyor. Tarikatler bozulan, dağılan cemiyeti yeniden topluyorlar. Moğol istilası yıktı, tarikatler topladı.

Mezar taşı, içindekinin nâmı devam etsin diye değil, Fatiha okunmasına sebep olsun diye dikilir.

Bu incilerden bir gerdanlık yapmak istiyorsanız verdiğim kaynakları okumanız gerekiyor.

#aktüel
#Süheyl Ünver
#Dursun Gürlek