Yeni Diyanet İşleri Başkanımızla bir hasbihal

04:0016/11/2025, Pazar
G: 16/11/2025, Pazar
Dursun Gürlek

Büyük ve meşhur zatların hayat hikâyelerine ilgi duyduğum için biyografi eserleri okumaktan hoşlanırım. Dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanı olarak görev yapan ulema hakkında da az çok bilgim vardır. Bu zevat içinde özellikle Ahmet Hamdi Akseki, Ömer Nasuhi Bilmen, Hasan Hüsnü Erdem, İbrahim Elmalı hakkında epeyce malumat edindim. Salabet-i diniyesi öne çıkan ve şer cephesinin yersiz hücumlarına direnip taviz vermeyen bu merhum ve mağfur hocalarımızı rahmetle yâd ediyorum. Yeni Diyanet İşleri Başkanımız

Büyük ve meşhur zatların hayat hikâyelerine ilgi duyduğum için biyografi eserleri okumaktan hoşlanırım. Dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanı olarak görev yapan ulema hakkında da az çok bilgim vardır. Bu zevat içinde özellikle Ahmet Hamdi Akseki, Ömer Nasuhi Bilmen, Hasan Hüsnü Erdem, İbrahim Elmalı hakkında epeyce malumat edindim. Salabet-i diniyesi öne çıkan ve şer cephesinin yersiz hücumlarına direnip taviz vermeyen bu merhum ve mağfur hocalarımızı rahmetle yâd ediyorum.

Yeni Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Sâfi Arpaguş Bey’i de vicahen değilse de gıyaben tanıyorum. İstanbul Müftülüğü’ne tayin edilince, vicahen de tanışmak için makamına kadar gittimse de özel kalem engeline takıldım. Ne diyelim, nasip değilmiş.

Yeni Diyanet İşleri Başkanımızın ismiyle başlayacak olursak, “sâfi” kelimesi temiz, hâlis, arı, duru anlamına geliyor. Bu kadarcık açıklama kâfi diyerek asıl konuma gelmek istiyorum ve eserleriyle, bilhassa tasavvuf neşvesiyle kaleme aldığı kitaplarıyla bende iyi bir intiba bırakan bu hocamızla biraz hasbihal etmek istiyorum. Haddim olmayarak kendilerine birtakım tavsiyelerde, hatırlatmalarda ve ricalarda bulunmak istiyorum. Kronolojik bir sırayla değil de, aklıma geldiği kadarıyla bazı hususları öne çıkarmak istiyorum.

İsterseniz önce ezan konusuyla başlayalım. Şeâir-i İslâmiye’den olan Ezan-ı Muhammedi -itiraf edelim ki- günümüzde şânına uygun olarak okunmuyor. En küçük mescitlerde bile mikrofonlar sonuna kadar açılıyor, tabir yerindeyse bir ses işkencesi ortaya çıkıyor. Bozuk bir âhenkle ve bir kısmı kerih bir sesle okunan bu ezanlar neredeyse mütedeyyinleri bile rahatsız ediyor. Halbuki ezan ilahi bir davettir, davet ise inanan, inanmayan herkes için söz konusudur. Ezanla ilgili kitaplarda, bu konuyu dile getiren çarpıcı örneklere rastlamak mümkündür. Mevlidhan, mûsıkişinas, aynı zamanda tarihçi olan merhum Ali Rıza Sağman, “Meşhur Hafız Sami” isimli kitabında buna birkaç örnek veriyor. Mesela işgal yıllarında, trafik polisi olarak görev yapan bir İtalyan, Kılıç Ali Paşa ve Dolmabahçe camilerinde Ezan-ı Muhammedî okunmaya başlayınca hemen düdüğünü öttürür, trafiği durdurur ve kulakları okşayan bu ilâhî daveti bir güzel dinlermiş. Son derece önemli olan bu mevzuyu böyle birkaç cümleyle anlatmak mümkün değildir, yeni Başkanımız bunu muhakkak gündeme almalıdır.

Vâizlere gelince, onlar da ezan başlar başlamaz derhal vaazı bitirmelidirler. Aksi takdirde, ezan sesiyle vâizin konuşması birbirine karışıyor ve bir kaos meydana geliyor. Böyle olunca, kürsüden yayılan sözleri, cümleleri anlamak da mümkün olmuyor. Vâiz ve vaaz konusu da öyle hemen geçiştirilecek kadar basit değil. Şu kadarını belirtmek gerekirse, kürsü bülbülleri diyebileceğimiz hatiplerimiz hem hitabet sanatına önem vermelidirler, hem de bilgiyle donanımlı olmalıdırlar. Ayrıca, sözlerinin etkili olması ve cemaatin dikkatini çekmesi için de konuşmalarını şiirlerle, nezih fıkralarla ve latif latifelerle süslemelidirler. Bizde bunun en canlı örneği İstanbul dersiâmlarından Hacı Cemal Efendi ve Tahirü’l- Mevlevi gibi zatlardı. Benim üniversite yıllarımda Feyzullah Değerli diye hakikaten değerli bir vâiz vardı. O, Şehzadebaşı Camii’nde yanlış hatırlamıyorsam, ikindi namazından sonra vaaz ederdi ve kürsüde teyip koyacak yer kalmadığı gibi, cami de ağzına kadar dolardı. Hoca Efendi, önce dâvûdî sesiyle kısa bir aşr-ı şerif okuduktan sonra yaptığı müessir vaazlarıyla gönülleri fethederdi. Şimdilerde ise gerek vaaz edilirken, gerek hutbe okunurken -maalasef- cemaatin bir kısmı cep telefonuyla oynamayı sürdürüyor. İşin garibi, hocalarımız da gerekli ikazda bulunmuyorlar. Yukarıda da belirttiğim gibi, vaaz ve vâiz konusunda da yeni bir sayfanın açılması gerekiyor. Bu hususta Mahir İz hocamızın “Din ve Cemiyet” isimli kitabının ciddi ciddi okunması ve okutulması isabetli olur. Esefle belirtelim ki, öğretmenlerimiz gibi, din görevlilerimizin de büyük ekseriyeti kitap okumuyor. Kitaba bigâne kalan bir din görevlisi, kürsüde veya minberde İslâm’ın ilk emri olan “ikra” konusunu anlatırken acaba içinde bir boşluk veya nâhoşluk hissedebiliyor mu?

Hassas kulakları, hüşyâr kalbleri rencide eden diğer bir uygulama ise, camide okunan Kur’ân sesinin, hem de yüksek bir tonla dışarıya verilmesidir. Bilindiği üzere Kur’ân-ı Kerim’i dinlemek farzdır. Özellikle selatin camilerinin dış avlularında, bahçelerinde bacak bacak üstüne atarak oturup sigaralarını tüttürenler, dedikodu yapanlar, gürültü patırtı çıkaranlar -tabii ki- Kelamullah’ı dinlemiyorlar ve lâubâli görüntülerini sürdürüyorlar. Daha beterini söyleyeyim, bazı camilerde dışarıya yansıtılan bu Kur’ân sesleri -maalesef ve affedersiniz- tuvaletlerin içinde bile yankılanıyor. Bu ne hürmetsizlik, bu ne saygısızlık, bu ne dikkatsizlik ve rikkatsizlik!.. Bundan da kesinlikle vazgeçilmeli, sadece son cemaat bölümündeki cemaatin duyması için -o da gayet yavaş sesle- kıraat ve vaaz dışarıya verilmeli. Artık şu gürültüye dönüşen ses tasallutundan bir an önce kurtulmak gerekiyor.

Cami avlularında görülen çirkin manzaralardan biri de tuvalet işaretleridir. Yıllar önce Üsküdar’da tarihi bir caminin avlusunda gözüme ilişmişti. Sinan eseri olan sütunlardan üçüne, ok işaretli “tuvalete gider” yazısı yapıştırılmıştı. Bu çirkin mi çirkin manzara beni çok rahatsız ettiği için o zamanki belediye başkanına gidip durumu anlattım ve işaretleri kaldırttım. Yahu, böyle saçma sapan uygulamalara ne gerek var, bir insan -eğer aptal değilse- caminin avlusuna girer girmez, şöyle sağına soluna bir göz atar ve ayak yolunun nerede olduğunu derhal görür.

Bu vesileyle söylemek isterim ki, şu veya bu niyetle duvarlarına, kapılarına, şadırvanlara yazılan yazılara da, çirkin anlamlar taşımaması için gerekli dikkat gösterilmelidir. Bir gün İstanbul Valiliği’nin yanı başındaki Nallı Mescid’in şadırvanında abdest alırken musluğun üst tarafında şöyle bir yazı gördüm: “Camimizde tuvalet yoktur!” Bu da anlamı bozuk ve kötü bir ifade idi, doğrusu “Camimize ait tuvalet yoktur” olmalıydı.

Hangi birini anlatalım. Camilerin girişinde yer alan tanıtım sütunlarında da mebzul miktarda bilgi ve tarih yanlışı bulunuyor. Üslup güzelliği derseniz onu hiç aramayın. Garip değil mi, biz daha “cami” kelimesini doğru şekliyle yazamıyoruz, “camii” deyip duruyoruz. Yâhu, bu kelime tekil olarak “cami” diye kullanılır, eğer baş tarafına bir kelime getirilirse, sonuna da ikinci bir (i) daha ilave edilir. Sultanahmed Camii gibi. Ayrıca Sultanahmed Camisi dersek bu da doğru bir kullanım olur. Bitmedi efendim, baş tarafında bir kelime bulunmasına rağmen “Sultanahmed Cami” diye sondaki “i”lerden birini düşüren akademisyenler bile var. Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur; muallimlerimizin yanı sıra din adamlarımızın da güzel Türkçemizi güzel kullanmaları, münhasıran imlâ ve telaffuz hataları yapmamaları bir zaruret olarak karşımıza çıkıyor. Yine Üsküdar’da, tarihi bir caminin kürsüsünde bir vaizin, bol bol uydurukça kullandığını, sık sık şimdi burada bir saplama (saptama olacak) yapayım dediğine şahit olmuştum da çok şaşırmıştım.

Diyanet’teki yeni yönetimin bir de “Diyanet TV”ye el atması; programları dini, tarihi, edebi konularla takviye etmesi gerekiyor. Bu hususta da şöhrete, ahbap çavuş ilişkilerine değil, kaliteye önem verilmesi icap ediyor.

Bu konuda söylenecek daha birçok söz var ama Sâfi hocamızla yaptığımız bu hasbihali kâfi görerek kendisine muvaffakiyetler diliyorum.

#aktüel
#hayat
#Dursun Gürlek