Bir anne, bir tava ve devrim!

04:0014/12/2025, Pazar
G: 14/12/2025, Pazar
Ersin Çelik

Hikâye, 2024 yazında, Malezya’nın Selangor eyaletindeki bir evde, çocukların annelerine ısrar etmesi ile başlıyor: O meşhur kızarmış tavuktan istiyorlar. Lailatul Sarahjana Mohd Ismail, çocuklarının bu isteği karşısında bir karar verip, McDonalds’a gitmek yerine, evde tavuk kızartıyor. “Ne var bunda, her anne evinde çocuklarına yemek yapıyor” diyenler olacaktır. Öyle evet, ama yüreği Gazze ile atan Lailatul Sarahjana çocuklarının istediği boykot marka tavukların daha lezzetlisini, en önemlisi de

Hikâye, 2024 yazında, Malezya’nın Selangor eyaletindeki bir evde, çocukların annelerine ısrar etmesi ile başlıyor:
O meşhur kızarmış tavuktan istiyorlar.

Lailatul Sarahjana Mohd Ismail, çocuklarının bu isteği karşısında bir karar verip,
McDonalds’a gitmek yerine, evde tavuk kızartıyor.

“Ne var bunda, her anne evinde çocuklarına yemek yapıyor” diyenler olacaktır.

Lailatul Sarahjana Mohd Ismail ve eşi Mohd Taufik Khairuddin, birlikte kurdukları Ahmad's Fried Chicken isimli restoranda
Öyle evet, ama yüreği Gazze ile atan Lailatul Sarahjana çocuklarının istediği boykot marka tavukların daha lezzetlisini, en önemlisi de sosunda kan ve gözyaşı olmayanını pişiriyor. Çocuklar tadına bayılıyor. İşte o gün kızaran tavuklar,
sadece çocukların karnını doyuran bir öğün değil, kapitalist düzenin, yerel markalar karşısında nasıl diz çöktürüleceğinin de formülü oluyor.
Şunu biliyoruz: 7 Ekim’den sonra İsrail’e açıkça destek olan, soykırımcı askerlere siperlerine kadar yemek dağıtmakla övünen
Amerikan markaları asıl gücünü “alternatifsiz” olmaktan alıyordu.

***

“BENİM GİBİ MİLYONLARCA İNSAN VAR”

Lailatul Hanım, o gün çocuklarını ikna eden lezzeti mutfağında bırakmayarak, aklına düşen,
“Benim gibi hisseden, boykot ettiği için o restoranlara gidemeyen ama alternatif arayışındaki binlerce, belki milyonlarca insan var”
düşüncesi ile harekete geçiyor.

Eşiyle birlikte kurdukları “Ahmad’s Fried Chicken”, bugün Malezya’da 35 şubeli, hem kapitalizme hem de emperyalizme karşı direniş zincirine dönüşmüş durumda. Hedefleri 2026 sonunda 110 şubeye ulaşmak.

Dostum İsmail Halis’in yönlendirmesi ile haberdar olduğum bu sivil meydan okumanın haberini geçtiğimiz günlerde Bloomberg servis etti. Haber, hikayeden ibaret değil, görüşüne yer verilen yatırım uzmanlardan Adib Zalkapli,
“Bu değişim geçici değil, kalıcı”
diyor. Malezya’da alternatif arayışı tavuktan ibaret değil. Bloomberg’den aktarayım: ZUS Coffee adında yerli bir marka, Starbucks’ın tahtını sarsmakla kalmadı, 700’den fazla şubeyle ülkenin en büyük kahve zinciri haline geldi. Starbucks şube kapatıp küçülürken, ZUS Coffee, Malezya’nın yerel tatlarını kahveyle harmanlayıp Filipinler ve Singapur’a da açıldı.

***

BU SEFER HESAP ÇARŞIYA UYMADI

Görülüyor ki nüfusunun üçte ikisi Müslüman olan 36 milyonluk Malezya’da mesele artık damak tadı veya fiyat rekabeti değil. Mesele, geç kalınmış kimlik arayışı. Mesele, Malezya Başbakanı
Enver İbrahim’in de haykırdığı gibi, Filistin davasını omuzlama gayreti.

Aktardığım haberi okuyunca, soykırımın ilk günlerinde, 2023’ün Ekim ayında bu sütunda kaleme aldığım “
Artık Burger yemeyeceğiz baba
” başlıklı yazımı hatırladım. O günlerde
çocuklarımız, ebeveynlerinin bile gösteremediği bir ferasetle, renkli logolara, oyuncaklı menülere “hayır” demişti.
Anne babalarının elinden tutup “Oraya gitmeyelim, onlar kötü” diyen çocuklar kendilerini de aşan bir reddedişi başlattılar oysa. Çevremde, “
Bizi boykota çocuklar zorladı, her aldığımıza dikkat ediyorlar”
diyen onlarca ebeveyn var.

Çok iyi hatırlarız;
eskiden boykotlar, “öfke sönene kadar” sürerdi.
Küresel markaların CEO’ları, plazalarının üst katlarından aşağıya bakıp, “
Birkaç ay sonra unuturlar, indirim yaparız geri dönerler”
rahatlığıyla kahvelerini yudumlarlardı. Ama bu sefer hesap çarşıya uymadı. Çünkü
tüketici artık sadece “kızmıyor”, yerine yenisini, daha iyisi olmasa da daha “bizden” olanını koyuyor
. Aradaki kalite farkını da vicdanlar fazlasıyla kapatıyor.

***

HALKIN VİCDANI, BORSADA İŞLEM GÖRMÜYOR

Malezya’daki ekonomik başkaldırıyı okurken, gözümüzü kendi ülkemize, futbol sahalarına çevirelim. Çünkü “
küresel markaların çaresizliği
” sadece Asya’da değil, İstanbul’da, Trabzon’da da yaşanıyor.
Hatırlayın: Dünyanın içecek tekeli Coca-Cola, geçtiğimiz aylarda Türk futbolunun “Dört Büyükleri” ile sponsorluk anlaşması yapmaya çalıştı. Milyonlarca doları masaya koydular. Stratejileri basitti:
“Parayı basarız, logomuzu göğüslere, stadyumlara asar, Gazze soykırımından sonra kaybettiğimiz itibarı satın alırız.”
Ama unuttukları bir şey vardı:
Halkın vicdanı, borsada işlem görmüyordu.
Önce Trabzonspor ve Beşiktaş, Gazze’deki soykırımı, camialarının hassasiyetini ve halkın nabzını dikkate alarak parayı elinin tersiyle itti. Açıkça demeseler de
“Bizim formamızda, çocuk katillerine mermi taşıyanların reklamı olamaz” demiş oldular
. Kazananı, yetenekten çok paranın belirlediği futbol endüstrisinde görülmemiş, onurlu bir duruştu bu.
Coca Cola, Galatasaray ve Fenerbahçe ile de masaya oturmuştu. İmzalar atılacak, milyon dolarlar kasaya girecek derken,
devreye bu kez markaların, “tüketici” yani “sosyal müşteri” sandığı taraftarlar girdi.
Sosyal medyada başlayan tepki, stadyumlara taşan kitlesel protestoya dönüştü.
Yönetimler, taraftarın vicdani baskısı karşısında geri adım atmak zorunda kaldı.
Bu gelişme, kim ne derse desin tarihi bir kırılmadır. Görüldü ki,
milyon dolarlık sponsorluk paketleri, tribünlerden yükselen ortak vicdan karşısında değersizleşmişti.

***

MARKALAR İZLEYİCİNİN TRAVMASINI TETİKLİYOR

Tam bu noktada, uzun süredir gözlemlediğim ve
“iletişim sosyolojisi”
açısından çok kritik bulduğum bir çıkarımımı paylaşmak istiyorum:
Küresel markalar için artık “parasıyla rezil olma” dönemi başladı.
Coca-Cola ve benzeri markalar,
kaybettikleri prestiji, zedelenen imajlarını parayla geri almaya, “zorla sevilmeye” çalışıyorlar.
Ama nafile. Hatta bu çırpınış, “advertorial” dediğimiz yöntemlerle dizilerin senaryolarına sızmaları, dijital platformlardaki özel içeriklere gömülmeleri,
televizyon kanallarının kuşaklarını kaplamaları halkta daha büyük bir öfkeye, bir “akıl tutulması” hayretine neden oluyor.
Düşünün… Ailecek ekran başındasınız, sevdiğiniz diziyi izliyorsunuz. En heyecanlı sahnede, başrol oyuncusu masanın üzerindeki Coca Cola şişesini alıp hayat iksiri gibi içiyor. Kanal, yapımcı ve reklam veren sanıyor ki,
izleyici o an “canım çekti” diyecek.
Hayır efendiler!
İzleyici 7 Ekim’den sonra o şişeyi ve o logoyu gördüğünde “lezzet” duygusu harekete geçmiyor.
Zihnine Gazze düşüyor. Enkaz altındaki bebekler düşüyor. Evladını kefenlemiş anneler düşüyor.
Marka, “
görünür olayım
” derken, aslında izleyicinin travmasını tetikliyor. İtibar satın almaya çalışırken, ellerindeki parayla kendilerini daha da rezil ediyorlar. Bu “zoraki görünürlük”, ters tepen bir silaha dönüştü. Halk, “
Beni aptal yerine koyamazsınız, senaryonun içine de saklansanız ellerinizdeki kanı görüyoruz”
diyor.

***

BOYKOT EKRANA SIÇRAR!

Kitlelerin harekete geçme biçimini, dip dalganın sesini, sosyal medyanın evlerde nasıl karşılık bulduğunu uzun zamandır analiz eden, sosyal dönüşümler üzerine çalışan, onlarca Gazze yürüyüşü organize eden sivil oluşumlarda yer alan bir iletişimci olarak şunu açıkça ifade edeceğim:


Televizyon kanalları, dijital platformlar, senaristler ve yapımcılar, boykot markalarının itibar satın alma gücüne boyun eğebilirler.
Ancak bu markalar, tüm toplumsal tepkilere rağmen parayı basıp “gözünüze sokacağız” stratejisine devam ederse,
bir sonraki aşamada boykotun seyri değişir.
Halk; sadece markayı değil, o reklamı yayınlayan kanalı,
ürün yerleştirmesini yapan diziyi, o platformu da boykot edecek.
“Ne verirsek satın alır” muamelesi çekilen seyirci, “
Benim hassasiyetimi, benim kardeşimin acısını yok sayıp, katilin parasını yiyen kanalı izlemem
” diyecek. Ekranlar kararacak, abonelikler iptal edilecek, reytingler çakılacak. Önümüz Ramazan. Malum markaların,
“reklamdan kurdukları” iftar sofralarına oturanlar da
yedikleri lokmaların boğazlarına dizildiğini hissedecek, o sofraların aslında kimin kanıyla kurulduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalacak.

***


Yazdıklarım bir kehanet değil, Malezya’da boşalan dükkanların, Türkiye’de iptal edilen sponsorlukların gösterdiği sosyolojik bir gerçekten söz ediyorum.


“Artık o burgerden yemeyeceğiz” diyen çocuklar büyüyor
. Küresel markaların “şımarık” tavrından irrite olan bir nesil geliyor. Alternatif arıyor, buluyorlar. Starbucks’tan vazgeçip
mahalledeki nitelikli kahveciye giden gençler
yeni nesil tüketim bilinci inşa ediyor.
Kapitalizmin en büyük kâbusu, tüketicinin “bilinçli vatandaşa” dönüşmesidir.
O dönüşüm Gazze’nin şanlı direnişi ile tamamlandı. Artık ne milyar dolarlık reklamlar ne de senaryoya giydirilmiş sahte kareler bu gerçeği değiştirebilir.
Malezya’da bir tava, Türkiye’de bir forma, Gazze’de bir direniş... Hepsi ortak bir tavrı, duruşu, iradeyi anlatıyor:
“Vicdan, cüzdanı yendi.”

Haberiniz olsun!

#Malezya
#Selangor
#anne
#çocuk