Geçtiğimiz pazar günkü “çürüme” yazısının devamını getirmem gerekiyor. Ancak peşinen şerh düşeyim; haddimi aşarak ahkam kesmek niyetinde değilim. Hatta en sonda söyleyeceğimi, dilimden düşürmediğim ve herkesin etmesini dilediğim şu dua ile baştan ifade edeyim: “Allah ayağımızı sabit kılsın, şaşırtmasın.” Ayyuka çıkan, yukarıdan aşağıya seyreden çürümenin aslında “içeriden dışarıya” doğru yayıldığı da aşikar. İçimizde büyüyen, sessizce ilerleyen, dokunduğu her şeyi renksizleştiren bir çözülmeden
Geçtiğimiz pazar günkü “çürüme” yazısının devamını getirmem gerekiyor. Ancak peşinen şerh düşeyim; haddimi aşarak ahkam kesmek niyetinde değilim.
Hatta en sonda söyleyeceğimi, dilimden düşürmediğim ve herkesin etmesini dilediğim şu dua ile baştan ifade edeyim: “Allah ayağımızı sabit kılsın, şaşırtmasın.”
Ayyuka çıkan, yukarıdan aşağıya seyreden
çürümenin aslında “içeriden dışarıya” doğru yayıldığı
da aşikar. İçimizde büyüyen, sessizce ilerleyen, dokunduğu her şeyi renksizleştiren bir çözülmeden söz ediyoruz. Bir çürüme var, hatta bunu söylemek artık bir tespit olmaktan bile çıktı. Hepimiz farkındayız, sadece yüzleşmek işimize gelmiyor.
“Kimse kimseye ahlak satmasın”
diyoruz ama herkes kendi küçük iktidar alanından başkalarına ahlak ölçüp biçmekten de geri durmuyor. Ötekinin günahını, yanlışını, açığını konuşmak kolay, dönüp kendi nefsimize bakmak ise kibre, enaniyete takılıyor.
Kaldı ki artık hepimiz, sosyal medyanın şişirdiği egoların da etkisiyle
kendimizi özel, ayrıcalıklı, korunaklı ve “aşırı önemli” sanıyoruz.
“Ben böyleyim, bana dokunamazlar, ben başkalarına benzemem” duygusu, çürümenin en tehlikeli hali değil midir? Elimizi nereye atsak bu kibrin izini görüyoruz.
Misal, işgal ettiğimiz makamları, mevkileri gerçekten hak ediyor muyuz?
Bu soruyu sorduğumuzda hemen o kaçamak karşı soru geliyor:
Herkesin “herkesleştiği” ve sıradanlaştığı devasa bir sepette, çürümenin nereden, nasıl başladığının da bir önemi kalmıyor sanki. Oysa en temel, en can alıcı soruyu kendimize sorabiliyor muyuz:
“Ben buraya nasıl geldim?”
Bir cesaret gösterip bu yanıtı vermek istesek de “gelmek” ile “getirilmek”
arasındaki o keskin ve derin çizgiyi görmüş olmamız gerekecek.
Tırnaklarıyla kazıyarak gelmek ile bir telefonla getirilmek arasındaki ahlaki uçurumu fark edeceğiz.
“Herkes kendi kapısının önünü süpürsün” denir. Bir yere kadar doğru. Lakin kapı neresi? O “herkes” tam olarak kim?
Şu da var: Mesele sadece dindar görünmek, İslam’ın bazı kaidelerini şeklen yerine getirmek değil artık. Çünkü üzülerek görüyoruz doğrusu yaşıyoruz ki, İslami yaşam bir “ölçü” olmaktan çıktı.
Başka vasıflar dinin, ehliyetin ve liyakatin önüne geçti.
İmaj, referans, etiket, güç, çevre… İbadetin ve ahlakın büyük boşluğu dünyevi konforla dolduruluyor.
Geçenlerde bir kardeşimizin “hayırlı iş” haberini alınca refleks olarak,
“Damat adayı namaz kılıyor mu?”
diye sordum. Gözlerinin içi gülerek “evet abi” dedi. Karşılıklı şükürleştik. Şimdilerde yadırganabilir bu sorular, “bunun konuyla ne ilgisi var” denilebilir. Ama benim yetiştiğim,
ait olduğum çevrede, anneler babalar bir erkekte namazı ve helal kazancı, bir kızda tesettürü arardı.
Bu sadece dindarlık sorgusu değil, bir karakter ölçüsüydü. Kişinin Rabbine karşı sorumluluğunu bilip bilmediğinin, nefsini terbiye edip etmediğinin terazisiydi. Soruların kendisi bile toplumsal bir düzen tesis ederdi.
Bugün ise bu ölçüler ya ayıp sayılıyor ya da gereksiz bulunuyor. Değerlerin içi boşaldıkça, insanlardan bir “ölçü” istemek bile zorlaştı.
Sosyal medya her anımızı, her halimizi şeffaflaştırırken, sahiciliğin berraklığı kayboldu,
yerini kaygan zeminlerde yürüyen “iyi insan” beklentisine bıraktı. Ama bizler sadece “iyi niyetle” iyi kalamayız. Bir zamanların
savunması, kendimizi avuttuğumuz ve
aslında kendimizden kaçarak tercih ettiğimiz yaşam biçimine dönüştü.
Ölçü ve mihenk taşı kaybolduğunda, geriye sadece konfor, gösteriş, kariyer hırsı ve doğal olarak çürüme kalır.
“Şimdilik böyle olsun, düzeni kuralım sonra düzeltirim”
dediğimiz her an, aslında hepimiz biraz daha eksiliyoruz.
Bugün yaşadığımız çöküş dışarıdan değil, tam da içeriden başlıyor.
Dindarlığın içini boşaltan, onu hayattan koparıp sadece bir “dekora” indirgeyen bizleriz.
İçinde olduğumuz mahalleler, kurumlar, yapılar sessizce aşınmıyor mu? Artık mesele “başkası” değil: Mesele bizzat biziz! Tam bu aşamada
“dışarıya değil içeriye bakma”
teklifi bile hafif kalıyor.
Belki de aynaya bakıp o en zor soruyu sormanın vaktidir:
Ben, kendi inandığım değerlere gerçekten sadık mıyım, yoksa sadece sadık mı görünüyorum?
İnandığım değerlerin sorumluluğunu ne kadar yerine getiriyorum. Bir temsiliyetim varsa bunun hakkını ne kadar verebiliyorum?
Toplumda bir ahlaki erozyon olduğu gerçeğinden kaçamayız. Toplumu fertlerin oluşturduğu da bir başka gerçek.
Fert fert çürüme testine sokmamız gerekiyor belki de kendimizi.
Hemen şimdi! O kapıyı bulmak ve önünü süpürmek zorundayız yoksa bu erozyon çığ gibi toplumun tamamının başına çökecek.
#Toplum
#Sosyoloji
#Ahlak
#Ersin Çelik