Hüseyin Kâzım Bey ve Hâtırâtı

04:0016/11/2025, Pazar
G: 16/11/2025, Pazar
Hayreddin Karaman

Hüseyin Kazım Bey (1870-1934) Osmanlı Devleti’nin son yıllarında valilik ve nazırlık görevlerinde bulunmuştur. İkinci Meşrutiyet döneminin önemli siyaset ve düşünce adamlarındandır. Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul hükûmetinde çeşitli bakanlıklarda bulunup İstanbul-Ankara ilişkilerinde merkezî rol oynamış, Cumhuriyet döneminde siyasetten ayrılmıştır. Dil, siyaset, din, düşünce tarihi üzerine eserleri vardır. Dört ciltlik ‘’Büyük Türk Lügati’’ adlı eseri ile tanınır (İslâmî Hareket Öncüleri isimli

Hüseyin Kazım Bey (1870-1934) Osmanlı Devleti’nin son yıllarında valilik ve nazırlık görevlerinde bulunmuştur. İkinci Meşrutiyet döneminin önemli siyaset ve düşünce adamlarındandır. Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul hükûmetinde çeşitli bakanlıklarda bulunup İstanbul-Ankara ilişkilerinde merkezî rol oynamış, Cumhuriyet döneminde siyasetten ayrılmıştır. Dil, siyaset, din, düşünce tarihi üzerine eserleri vardır. Dört ciltlik ‘’Büyük Türk Lügati’’ adlı eseri ile tanınır (İslâmî Hareket Öncüleri isimli kitabımda bu zatın da hayat, düşünce ve hareketini yazdım).

Bu zatın, Prof. İsmail Kara tarafından yayına hazırlanan Hâtırâtını okumayan, son yüzyılın Türkiye tarihinin doğrusunu öğrenmede hayli eksik kalacaktır. Ben, okumayı teşvik için bazı nakiller yapacağım.

H. Kâzım Bey, başta 2. Meşrutiyet’in ilanına taraftar olduğu halde sonra olup bitenleri görünce “inkılapların, halkın ihtiyaç, itiyad ve menfaatlerine göre olması gerektiğini, aksi halde faydadan çok zarar getirdiğini şöyle ifade ediyor (Osmanlı Türkçesi ile yazdığı için kısmen sadeleştireceğim ve özetleyeceğim):

“Diğer taraftan halkın menfaatine olan ve sosyal bir fayda vücuda getiren kanunların ve itiyatların pa­yidar olması zaruridir. Sünnet-i ilâhiye her zamanda ve her yerde bu tarzda câridir. Bunu da Cenab-ı Hakk’ın “İnsana fayda veren şey yeryüzünde kalır. Ra’d, 13/17” beyanından anlayabiliriz. Bu surette de elimizde yanılmaz ve değişmez bir mikyas ve mizan bulunmuş olur. Bu da her inkılabı ve bunun yarat­tığı her vaz u hali, şekilleri ve suretleri... “ictimai menfaat” nokta-yı nazarından mütalaa etmektir ki, bundan da hangi tarzın devam edebileceğini ve hangi şeklin zeval u helâke maruz kalacağını anlamak mümkündür.

Buharî’de tahriç edilen bir hadis-i nebevi, bize ibret ve basireti gerektiren bir hakikati bildirir. Cenab-ı Resûl-i Muhterem sallallâhu aleyhi ve sellem; “Ya Aişe! Eğer kavminin din-i İslâm’da sebat kazandıklarına kani olsaydım Kâbe’yi yıkar ve onu sünnet-i İbrahim üzerine yeni baştan yapardım” buyur­muşlardır. Halbuki Resûl-i Muhterem, Allah katından teyit edilmiş bulundukları itibariyle Kâbe’yi yıkıp yeniden yaptırmış olsalardı buna kim mâni olabilirdi? Ancak bunu dinde sebat husulüne bağlı görmeleri, her işte kâbul-i âmmenin şart olduğunu bildirmek ve her inkılâbın hakiki ve mahsûs bir ihtiyaçtan mütevellit olması lazım geleceğini anlatmak emelinden kaynaklanır. Bundan da bir ictimaî fayda temin etmeyen ve bir ihtiyaca dayanmayan inkılapların zevale mahkûm olduğunu anlamak mümkündür. Ve günün birinde; “Yaptık­ları her işi ele alır, onu toz duman ederiz. Furkan, 25/23” hükm-i ilâhîsinin yerini bulacağı aşikârdır.

Meşrutiyet’in yeniden ilanından itibaren tevali eden inkılapların ne gibi acı sonuçlara sebep olduğunu anlamak için bir kere nazar-ı itibarla kendimize bakmak kifayet eder:

“Her çi kerdend ez ilâç u ez deva

Geşt renc efzûn ve hacet nâ revâ”

(İlaç ve tedavi diye yaptıkları her şey eziyeti artırdı ve ihtiyaca da cevap vermedi).

“Riyaseti, insanların el açıp beddua edecekleri kişilerin eline vermek hatadır” beyanı da bunu açıklamaktadır. Cenabı Resûl-i Muhterem sallallâhu aleyhi ve sellem “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz” buyur­muşlardı. Hak ettiğimiz sefalet hali, maruz olduğu­muz şiddet, musibet ve zulümleri ve zulmetleri Hakk’ın; “Bu, yaptığınızın karşılığıdır, yoksa Allah kullara asla zulmetmez. Âl-i İmran; 3/182” açıklamasında arayıp bulmak mümkündür…

Zaten Osmanlı hükümetinde Ebussuud’lar, İbn Kemal’ler... istisna edilecek olursa Din-i İslâm’ın inkırazına sebep olanlar, padişahlar ile din âlimleridir. Padişahlar, âlem-i İslâm’da istediklerine uygun hüküm ve tasarruf için bir “dinî otoriteye” muhtaç olduklarını anla­dıkları zaman ulemadan istifade ve onları kendilerine yardımcı/dayanak etmek istediler. Bunlar da dünya menfaati için bu zalimlere taraftar olmaktan ve onların, Allah’ın kullarına reva gördükleri me­zâlimi tevil etmek ve meşrulaştırmaktan çekinmediler!

Ebu Bekiri’s-Sıddîk -radıyallâhu anhu- hilafete intihabını müteakip îrad ettiği hutbede, “Doğru yoldan ayrılacak olursa, Müslümanların bu­nu kendisine ihtar etmelerini” istemişti. O sırada kendi azat­lı kölesi olan Bilal-i Habeşî -radıyallâhu anhu- yerinden kal­kıyor ve halifeye hitaben; “Sen kendin doğru yoldan ayrılmamaya bak; yoksa -belindeki kılıcı göstererek- Müslümanların bu eğri kılıcı seni doğrultur!” sözlerini söylüyordu. Müslü­manların eğri kılıcı, dinin, insan haklarına ve topluma ait hükümleri ve beyanlarıdır. Bu hükümleri tesir­siz bırakan ve iyâlullah olan halkı zillet u sefalete ve hüsrana düşüren zalimlere ve zorbalara karşı, İslâmî ve insânî hakları müdafaa etmek vazifesi, Cenabı Resûl-i Muhterem’in -sallâllâhu aleyhi ve sellem- “peygamberlerin varisleri” buyurdukları ulemaya düşerdi.

Tarih-i İslâm’da, dinin beyanlarını ve akidelerini müda­faa için zorbaların zulümlerine ve hakaretlerine göğüs veren İmam Ahmed b. Hanbel ve İmam Malik -radıyallâhu anhuma- gibi birkaç zata tesadüf edilmek de teselli vermektedir. Fakat ekseriyet şiddet ve kudretlerinden ürkerek bu zalimlere yardımdan hâli kalmadılar. Din-i İslâm’dan, ortada namaz ve oruç gibi bazı feraizden başka bir şey kalmadı; İslâm’ın ahlâ­kî, ma’şerî ve içtimaî bütün hükümleri unutulup gitti. Dinin âlimleri yalnız ahkâm-ı itikadiyeyi tefsir ve hikâyeden ve sonu gelmez mugalatalar ve safsatalarla dünyanın en basit bir di­nini hurafâta boğmaktan ve âlem-i İslâm’ı derin bir akıl esaretine düşürmekten başka bir iş görmediler. Bu da müthiş bir “inhisarcılık”a meydan verdi; kendilerinden başka yolda düşünen ve Allah’ın beyanlarından daha müsait bir hüküm anlamak isteyen kimseleri “kâfir ilan etmekle” mukabele edildi, “bâb-ı ictihad” kapatılıp “bâb-ı taklid” açıldı; en büyük fazilet ve kudret-i ilmiye, eslâfın ictihadlarını nakl u rivayetten ibaret kaldı. Fikirler işlemekten, zihinler düşünmekten kaldı. İslâm’ın zevalini bu “akıl esaretinde” aramak lazım gelir.

Din-i İslâm bir “kolaylık dini” iken taşıması zor müşkilât ile dolup kaldı ve her işte bir mania ve engel gibi göründü.

Zevahire aldanıp dinin bu taklit şeklini Müslümanlık zanneden kimseler İslam’ın terakki ve tekâmüle düşman olduğunu iddia edecek gaflet ve dalalete düştüler. Din-i İslâm, Müslümanların yalnız Allah’a değil kendileri ve kendileri gibi insanlara karşı mükellef oldukları vezâifi de bildirmiştir! Ahlakıyyat ve ictimiyyatta “vazife” denilen bu mecburiyetlere de din ıstılahında farîza tabir olunur; Müslümanlar bunları ifa ile mükelleftirler. Esasen dinin ve topluma yönelik hükümleri bildiren şeriatın vaz’ından maksat da bu “fariza” ve “vazîfe”leri teminden başka bir şey değildir. Allah’a ve insanlara ait akaidi ve ahkâmı muhtevi olan dinin aradığı ahlâki gaye de “ihlas”tır. Bunu bildi­ren müteaddit âyetler ve hadisler vardır. Cenab-ı Resûl-i Muhterem -sallallâhu aleyhi ve sellemin Yemen’e memuren gönderdikleri Muaz b. Cebel’e -radıyallâhu anhu-, “Ya Muaz! Eğer dinde ihlasın varsa az ibadet de sana kâfidir” buyur­muşlardı.

Din âlimlerinin bir gafletleri de yapılan fenalıkların ve iş­lenen günahların, yalnız onu yapanlara ait olacağını zannet­meleridir. Alem-i İslâm’da içtimaî bir terbiyenin teessüs et­memesinde bunun pek büyük bir tesiri olmuştur… Bundan gafletin neticesi şu oldu ki diyar-ı İs­lâm’da bir ma’şerî ahlak, bir içtimai terbiye vücuda gel­medi ve “her koyun kendi bacağından asılır” itikadına kuv­vet verilerek bir “vahdet ve fayda ve zararda ortaklık” olduğu unutuldu… “İnsanların işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkar; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır. Rûm, 30/41) beyanından tegâfül edilebilir mi? O halde de Müslümanların asırlardan beri maruz oldukları şiddet ve musibetlerin sebeplerini yine kendi fiillerinde aramak lazım gelir. Evet, bu millet cehaleti ve bundan ileri gelen kötü ahlakı yüzünden zeval ve inkıraza mahkumdur.

Büyük üstadımız Mehmet Âkif;

Eyvah! Bu zilletlere sensin yine illet...

Ey derd-i cehalet, sana düşmekle bu millet,

Bir hale getirdin ki: ne din kaldı, ne namus!

Ey sîne-i İslam’a çöken kapkara kâbus

Ey hasm-ı hakiki seni öldürmeli evvel:

Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el! sözleriyle bu acı hakikate tercüman olmuştu. Avamın cehli, havassın ahlâksızlığı bu milletin zevâline sebep olacaktır.

#aktüel
#hayat
#Hayreddin Karaman