Taşralaşan Batı medeniyetidir

04:007/11/2024, Perşembe
G: 7/11/2024, Perşembe
Selçuk Türkyılmaz

Almanya’nın İsrail’le ilişkisi Hitler dönemi ile başlatıldığı için ikisi arasındaki münasebetler Holokost’un gölgesinde kalıyor. Çoğu kimse Almanların İkinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkmasının bir sonucu olarak İsrail’e, Holokost’un bedelini ödediğini düşünür. Almanların bir bedel ödeyip ödemediği sorusunun cevabı farklı bir bağlamda değerlendirilebilir fakat sıra Filistin’de Siyonist bir devletin kurulmasına gelince İkinci Dünya Savaşı’nın şartlarından uzaklaşmak gerekir. Aime Cesaire’ın doğru

Almanya’nın İsrail’le ilişkisi Hitler dönemi ile başlatıldığı için ikisi arasındaki münasebetler Holokost’un gölgesinde kalıyor. Çoğu kimse Almanların İkinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkmasının bir sonucu olarak İsrail’e, Holokost’un bedelini ödediğini düşünür. Almanların bir bedel ödeyip ödemediği sorusunun cevabı farklı bir bağlamda değerlendirilebilir fakat sıra Filistin’de Siyonist bir devletin kurulmasına gelince İkinci Dünya Savaşı’nın şartlarından uzaklaşmak gerekir. Aime Cesaire’ın doğru tespitiyle Holokost Avrupalıların kendi aralarındaki bir hesaplaşmanın konusuydu. Bu sebeple Holokost edebiyatı ırkçı bir anlayışın tezahürüydü. “Beyaz adamın beyaz adama yaptıkları” kabul edilemezdi. Bunun bir sonucu olarak Almanların diğerlerine karşı uyguladığı ırkçı politikalar daima geri planda kalmış, unutulmaya terk edilmişti.

Almanların 7 Ekim’den sonra bütün dünyanın gözü önünde, soykırım suçlarına rağmen İsrail’i açıktan desteklemesi çoğu kimse için şaşırtıcıydı. Açıkçası bu, benim için de şaşırtıcı bir durumdu. Fakat ben, Holokost edebiyatını ve Almanların İkinci Dünya Savaşı’ndaki mağlubiyetini bir kenara bıraktığım hâlde şaşkındım. Alman cumhurbaşkanı, başbakanı ve bakanları tekrar tekrar İsrail’e koşup soykırımcıların her yönden teçhiz edilmesi için bütün imkânlarını kullanıma sunuyorlardı. Herhâlde Almanların bu kadar ileri gidebileceklerini düşünmemiştim. İsrail’i İngiltere ve ABD’nin bir koloni devlet olarak tasarladığını ve kurduğunu biliyorduk. Bu doğrultuda Almanların İsrail’e gönüllü desteği çok da anlaşılmıyordu. Hâlbuki Almanlar da Afrika’nın kolonizasyonu sürecine doğrudan katılmıştı. Üstelik Almanların Batı Afrika’daki soykırım suçları biliniyordu. Muhtemelen o dönemlerin geride kaldığına inanılmıştı. Ne de olsa Amerikacı liberallerin üzerine basa basa söyledikleri gibi Batı medeniyetine güven duymak gerekiyordu, onlar geçmişin acı tecrübelerinden dersler çıkarmışlar, Batı medeniyetini sağlam temeller üzerine kurmuşlardı. Liberallere göre onların kurumlarına güven duyulmalıydı çünkü bu kurumlar bütün insanlığın ortak kazanımıydı.

7 Ekim’den sonra Avrupa medeniyetini temsil eden özellikle Anglosaksonlar ve Almanlar bütün dünyadan ayrışmaya başladılar. Avrupa’yı taşralaştırıyorlardı. İsrail’i Batı medeniyetinin bir temsilcisi olarak gördükleri için Filistinliler “kutsal topraklardan” temizlendikçe “aşırı sağ” yükselişe geçiyordu. 7 Ekim’den sonra İsrail’in soykırım suçları arttıkça Batı’da İslam düşmanlığı yükselişe geçmiş, Müslümanlara karşı ırkçı saldırılar artmıştı. Bunu herhangi bir siyasî parti başkanının kişisel tavrına indirgemek mümkün değildir. Aşırı sağ kavramını özellikle tırnak içinde gösterdim. Çünkü İngiltere örneğinde görüldüğü gibi İşçi Partisi, Siyonistleri desteklerken Yahudi sermayedarlarla bağımlılık ilişkisinin oldukça ötesine geçiyordu. Hollanda’nın bu iki ülkeden farkı yoktu. Onlar da bütün dünyadan ayrışma niyetini ortaya koymuşlardı. Bu tutumu yabancı düşmanlığı gibi kapılarına dayanmış sorunlarla izah etmek doğru değildir.

Türkiye’de Amerikan liberalizmine hayranlık özellikle 90’larda yükselişe geçti. ABD ve İngiltere İslam’ın merkez coğrafyasında ve Türk dünyasında kökleştikçe liberalizmin yaygınlaşması aslında bir tezattı fakat Batılı değerler muhafazakâr dindar ve milliyetçi gruplara sirayet ettikçe Batı medeniyetini temsil eden ülkelerin ayrışma isteği fark edilmedi. Çünkü geleneksel Batıcı grupların yanında Amerikacı liberal muhafazakârlar artık belirleyici bir faktördü. Bu çevrenin Daron Acemoğlu gibi Anglosaksonların kolonyal yayılmacılığını “kapsayıcılık” kavramına indirgeyen sözcülere hayranlık duyması boşuna değildir. Üstelik bu iktisatçıya Nobel ödülü 7 Ekim’den sonra verildi. Daron Acemoğlu’nun kapsayıcı modelinin Kızılderilileri dışarıda bıraktığı çok açıktı. Anglosaksonların Batı medeniyeti 7 Ekim’den sonra da Filistinlileri dışarıda bırakıyordu. Bu bir çelişki değil, devamlılıktır. Fakat liberaller bu durumu görmezden geldi.

Daron Acemoğlu’nun kapsayıcılık kavramını Anglosaksonların uygarlık kavramına benzetebiliriz. Anglosaksonların medeniyeti de yayılmacı ve kapsayıcıydı. Fakat bu yayılmacılığın ve kapsayıcılığın emperyal merkezleri temel alması gerekiyordu. Netanyahu 7 Ekim’den önce de Batı medeniyetinin sınırında mücadele ettiklerinin propagandasını yapmıştı. Soykırım esnasında aynı cümleleri tekrar etti. Netanyahu, diğerlerini bir kez daha dışarıda bırakma niyetini ifade etmişti. Fakat daha bir devlet bile olamayan Hamas karşısında tarihteki bütün kapsayıcılık iddialarını bir kenara bıraktıklarına göre onların da kendilerini iyi bir yerde görmediklerini düşünebiliriz.

#avrupa
#siyaset
#Selçuk Türkyılmaz