Kocaeli’nde düzenlediğimiz bu yılki ilk MTO Akademik Yaz Kampı’mız, ruh dolu, hiç bitmesin istenen, kardeşliğin zirve yaptığı, entelektüel ve akademik kalitenin bir sonraki kampı iple çektirecek kadar derinlik kazandığı muazzam bir kamp oldu. Kampımızı MTO’nun bilme / bulma / olma sütunlarından oluşan medeniyet mefkûresi ışığında Azerbaycan temsilcimiz Vuqar Azizov kardeşimiz yazdı. Leziz bir pazar yazısı. Zihin açıcı okumalar…
Kuyuların karanlığını sezen, kuyulardaki aldatıcı ışıklara rağmen zindanı seçerek orayı medrese-i Yusufiyeye dönüştüren Yusuf kalpli birinin çağrısıyla gönül sarayında toplandık. Evet, Yusuf Kalpli Derviş, o.
Kampımızın üçüncü günü, bil’işmenin ve bul’uşmanın kemal noktası olan: “Ol’uşma Safhası”dır. Yazıya böyle başlamamın nedeni, kamplarımızın sadece hayatın akışına kapılarak ilerleyen bir bilgi serüveni değil, bilakis yeni bir akışın temellerini kurma ve inşa etme yolculuğu olmasıdır. Hakîkî ışık, sahte aydınlanmanın ötesindedir. Makaleler, bu sahteliğin hakikatin önündeki perdelerini yırtma çabasıdır; hakikate olan tutkunun yaşatılma kavgasıdır.
Kuyu, bilmenin;
Zindan, bulmanın;
Saray, olmanın temsilidir.
İşte Yusuf kalpli dememin sebebi tam da budur: O, bu karanlıklardan geçerek zindanda medresesini kurmuş; dışarıdaki şatafatın bir zindan, zindanın ise -eğer inşa edilirse- hakikat sarayının nüvesi olduğunu göstermiştir. Kampın üçüncü günü, bu nüvenin aşkında pervane olmanın ve yanmanın tecessümü olarak tecelli etti.
Olmak ve oluşmak…
Yusuf Kaplan Hocamız, köklerin düsturunu derinlerden alıp toprağa çıkartmıştır. Onu göklere kaldırmak da bizim görevimizdir. Makalelerdeki ana gaye de budur.
Bir medeniyet mefkuresi ortaya koymak… ama özgün olarak. O sebeple, sadece bilmekle değil; olmakla bu mefkureyi inşa edebiliriz. Zira bizim medeniyetimiz, ötelerden gelen sesin bestesidir. Gazzâlî, İbn Arabî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hep ötelerin nefesinden ses bulmuş, şiirlerini bu sesle bestelemişlerdir. Bu da sadece özgün olmakla ve ötelerle irtibat kurmakla mümkündür.
İsimlerini zikrettiğim bu dehaların ortak bir özelliği vardır: Sezgileriyle konuştular. Yani bilmenin ötesine geçerek kendi hakikatlerini bularak oldular. Ve hakikat onlara “İlâhî Şiar”ı fısıldadı. Onların aşkla yoğrulmuş “Nebevi Şuur”larından doğan “Beşerî Şiir”, bütün âlemi kuşattı.
Bu anlattıklarım, kamplarımızın özünü oluşturan temel hakikattir. Makalelerin çıkış noktası da budur.
Mısır’dan, Kahire’den yankılanan bir sesle başladı makale sunumları son gün. Maha Atia hocamızın açılış cümleleri, oluş safhasının Mısır’dan esen rüzgârıydı. Ve bizleri sözlerin ardında yankılanan ateşin sıcağında birleştirdi:
“MTO’da çokça ilmî kelamlar işittim. İlim öğrenmek için büyük gayret gösteren nice insan gördüm. Ancak burada, ilmini yaşayan; bilgisini amele dönüştüren, ilmin ahlakıyla hareket eden ve onu irfânî boyuta taşıyan kimselerle karşılaştım. Onlarla birlikte ben de ilmi yaşadım.
MTO: İlmin yaşandığı yer.”
Demek ki, sınırlar bir hezeyandır. Bizim ufuklarımız vardır…
Son cümle çok kıymetli: “İlmin yaşandığı yer.”
Bu ne demek? İlmin hakikat boyutu olan hikmet demek. Yani Hakka’l-Yakîn. Kamplarda kuru bilgi olmaz. Buradaki bilgi, yaşanmışlığın ruhlardan taşmış hâlidir. Burada makale yazılmaz, makaleler yaşanır. Burada sanat icra olunmaz, sanat ol’uşur.
Bu kamplarda “Mısırlı”, “Azerbaycanlı” veya “Almanyalı” gibi kimlikler MTO’nun izini sürdüğü hakikat sarayı inşası yolculuğunda eriyip yok olur. İstanbul ekolü olan MTO’nun bestesinde her şahıs, kendi şahsına münhasır bir nota olarak besteyi tamamlar. Bu beste, medeniyet özlemidir; Necip Fazıl’ın direnişi, Sezai Karakoç’un dirilişidir. Ve Yusuf kalpli birisinin medresesinde özlemini duyduğumuz bir medeniyetin varoluş sancısıdır.
Gürkan Gürarı kardeşimizin acılarla yoğrulmuş kelimeleri, ufuk açıcı kavramlaştırmaları sahte mutluluk safsatalarının örttüğü hakikatin perdelerini yırtma çabasıdır. Pür dikkat dinlediğimiz sunumunda, Gürkan kardeşimiz kendi içindeki çırpınışın frekansıyla bütün kalpleri varoluş sancısında bir araya getirdi. Aslında bu acı ve sancılar, makalelerle öğrenilmiş şeyler değil; varolmanın doğum sancılarıdır.
Mehmet Varıcı hocamızın Sezai Karakoç’a atıfla kurduğu “Birey hata yapabilir; toplum onu düzeltir. Devlet bozulabilir; toplum onu yeniden inşa eder. Fakat toplum çözülmeye başladığında, ne bireyin korunacağı bir zemin kalır ne de devletin yeniden inşa edileceği bir vasat.” vurucu cümleleri toplumdaki birlik, dirlik ve ol’uşmanın ne kadar da önemli olduğunu bizlere göstermiş oldu.
Kocaeli’nde esen rüzgârın süslediği sanat ruhu, kardeşlik hukukuyla pekişti. Ve bizi diğer kamplara hazırladı. Bu kamp, bir diriliş kampıydı.
Mescitte vakit namazlarında omuz omuza bir duruş, ol’uşmanın hakikatte uyanış remzidir.
Hakikat, mescitten seccade izi olan alnımıza secdede mühürlenir. Mescitte halka oluşturmak, sema eden pervaneler gibi talebelerin o kalbin ateşinde dönmesinin secdeyle vahdet oluşturmasıdır. Dolayısıyla mescitte secde ederek, aslında hakikatin semasından ruhumuzun esmasına aşkın nefesi dokunur. Mescit, bu kampın sembolü değil, hakikatidir. Namaz, göz nurudur. Secde, kampın hakikatidir. O nur, talebelerin gönüllerinin aynı kıblede deveran etmesidir.
Benim buralarda kalmamın nedeni nedir? Bu kardeşlikle ruhuma sinen kardeşlik hukukunun ilham verdiği şiirdir. Ben bu şiirin izini sürdüm. Beni teşvik eden, bir medeniyet özlemidir. Yusuf Kalpli Derviş’in başlattığı çileli yolda onunla birlikte yol almak, bir diriliş manifestosunun önsözü gibidir.
Kamptan ayrılırken yüzlerde bir tebessüm vardı. Ama bu tebessüm, içe doğru akan yeni bir özlemin dışa yansıyan hâliydi. Dirilişin tohumu idi.
Bilmekle başlayan üç günlük bu serüven, olmakla tamamlandı. Ama aslında bu sadece sıradaki kampların ruhuna girişti.
İstanbul ekolünün, Kocaeli’nde tecelli eden ruhu…
Kamp bittiğinde bu ruh da bitmedi. İstanbul’da Hamza Taşkın kardeşimin muhabbetiyle bu ol’uşmanın devam ettiğini gördük.
Bu kamplar, bazılarınca düşünüldüğü gibi “geldiniz, konuştunuz, bitti” değildir. Böyle düşünenler, tohumun ne olduğunu anlayamaz.
Tohum toprağa atılır. Ve görünmez. Oysa, direniş ve diriliş toprak altında başlar. Varoluşu gözle görürsünüz, ama dirilişi yalnız kalp gözüyle sezersiniz.
Makaleler bir tohumdur.
Kamplarsa bu tohumun muhabbetle sulandığı zemindir.
Dünya bu tohumun meyvesini arıyorsa, bu meyve, Allah’ın izniyle bu oluşumun ruhundan çıkacaktır.
İstanbul ekolü, işte bu demektir: İstanbul’un ruhunun, kendi köklerinden göklere uzanacağı bir zemin…
Yusuf hocamızın kalbinden dökülen veciz bir cümleyle bitiriyorum: “Dünya bize gebe, biz ise hakikate!”
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.