Avrupa Parlamentosu seçim sonuçlarının belli olmasıyla birlikte ortaya çıkan görüntü Avrupa’da bir deprem etkisi yarattı. Aşırı sağcı partilerin parlamentodaki sandalye sayılarını artırmalarının yanı sıra özellikle Fransa, Belçika ve Almanya iç politikasında da büyük bir çalkantıya sebep oldu. Tüm bunların sonucunda Avrupa ülkelerinin iç politikasında oluşan sis bulutu ve karmaşada farklı yorumlar üretilmeye başlandı. Aşırı sağın yükselişini Avrupa ve ABD’nin bir dünya savaşına hazırlığı olarak okuyandan, seçim sonuçlarının merkez sağın zaferiyle sonuçlandığı ve dolayısıyla aşırı sağın yükselişini abartmamak gerektiğini savunanlara kadar farklı yorumlar yapıldı. Peki Avrupa Birliği ve devletler bir savaşa mı hazırlanıyor? Aşırı sağın yükselişi trendini uluslararası ilişkiler açısından nasıl anlamlandırabiliriz? Bu soruları cevaplamak, seçim sürecini daha iyi anlamak ve bir gelecek projeksiyonu çizmek için oldukça faydalı olacaktır.
Krizleri Avrupa dışına taşıyıp ve hatta son 150 yılda sömürge sistemi ve küresel kapitalist düzen ile Avrupa dışında krizler üreterek Avrupa’yı hem krizlerden uzak tutan hem de refahı kıtasına taşıyan Avrupa ülkeleri bir süredir bu melekelerini ve ayrıcalıklarını kaybetmeye başlamıştı. Güvenliği ABD’ye, enerjisi Rusya’ya, üretimi ise Çin’e bağlı bir Avrupa, uluslararası sistemde büyük bir yer kaplasa da etki gücü oldukça sınırlı bir yapı olarak devam ediyor. Buna bir de ülke başkentlerindeki ama özellikle Brüksel’deki bürokrasi ve hantallığı da ekleyince Avrupa Birliği’nin krizlere hızlı cevaplar üretebilme yeteneğinin tamamen kaybolduğu görülüyor.
Bunun üzerine yaşanan Brexit, Kovid-19 pandemisi ve özellikle Rusya’nın Ukrayna işgali ise Avrupa’nın zayıf noktalarını tamamen ortaya seren bir düzlem oluşmasına sebep oldu. Bu noktadan itibaren Avrupa Birliği, bir taraftan Almanya’nın diğer taraftan Fransa’nın bir yöne çekiştirdiği ancak günün sonunda ABD’nin stratejik resminin dışına çıkılamayan, Rusya’nın tüm kırılganlığı ve zayıflıklarına rağmen Rusya’ya cevap üretemeyen bir yapı olarak “hasta adam” haline geldi.
Bu hasta adamla ne yapılacağı konusunda farklı perspektifler olsa da onu hayatta tutmaya çalışan aktörler için maliyeti yüklenmek en büyük zorluklardan biri olarak ortaya çıkmakta. Avrupa Birliği projesi, tüm normatif değerlerin ve ilkesel anlatıların üzerinde uluslararası ilişkiler açısından düşünüldüğünde bir Soğuk Savaş icadı olarak Amerikan liderliğine dayanıyordu. Bu doğrultuda Avrupa Birliği, NATO’nun ilk genel sekreterinin meşhur “NATO Rusları dışarıda, Amerikalıları içeride ve Almanları aşağıda tutmak için var” ifadesinde olduğu gibi Rusları dışarıda, İngilizleri içeride ve Almanları kontrolde tutmak için kritikti.
Ancak bu yapı, Soğuk Savaş sonrası ve özellikle ABD’nin güvenlik şemsiyesini zayıflattığı veya Ruslar ve göç gibi dış tehditlerin arttığı dönemlerde üretemediği cevaplar dolayısıyla bir reforma muhtaç durumda. Avrupa Birliği içerisinde bir reform yapacak veya Avrupa güvenliğini ABD’den bağımsız bir pozisyona taşıyacak ve dolayısıyla birliğin stratejik otonomisini artıracak adımları atacak ne bir lider ülke ne de karizmatik bir liderin olmaması ise bu vizyonu ortaya koymayı bile imkansız kılıyor. Üzerine pandeminin ve savaşın getirdiği ekonomik yükler de eklenince Avrupa Birliği için çözüm, sistemin kenarlarında ve hatta dışında kalmış aşırı hareketler oluyor.
Dolayısıyla göç karşıtı ve silahlanma yanlısı aşırı sağcı hareketler, bir ideolojik pozisyondan ziyade, mevcut tehditlere ve ABD’nin Avrupa’nın yerine yüklenmeyi reddettiği askeri ve siyasal maliyetlere bir cevap olarak ulus devlet refleksleri canlandıran hareketler olarak rağbet görmeye başlamakta. Ayrıca ABD güvenlik şemsiyesi konforu varken göz ardı edilebilen ve yönetilebilen krizler şu an çok daha fazla göze batar duruma geldi. Bu da radikal ve aşırılıkçı tepkilerin yükselmesine, bunun da bir yandan ulus devlet mantığı içerisinde yaşanmasına sebep oldu. Ancak bölgede yaşanacak krizler ve kırılmaların tüm dünyayı etkileme ve ateş çemberine sokma riski bulunuyor. Belki de korkutucu olan; Almanya’da ilk kez oy kullanan genç seçmenin büyük çoğunlukla alternatif partilere ve aşırı sağcılara gitmiş olması. Almanya’da ilk kez oy veren yaklaşık 1 milyon genç arasında aşırı sağcı AfD’nin birinci çıkması, bu trendin artarak devam edebileceğini işaret ediyor.
NATO’nun beyin ölümünü ilan eden, bir Avrupa ordusu kurma hayalleri kuran ve Ukrayna’ya asker göndermeyi konuşan Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un partisi, Avrupa parlamentosu seçiminde büyük bir hezimete uğradı. Elbette ki hezimetin sebebi bunlar olmasa da Macron’un çizmeye çalıştığı profille içinde bulunduğu gerçekliğin arasındaki uçurumu göstermek açısından çarpıcı bir örnek olduğunu vurgulamak gerekiyor. Şu an Fransa’da bir De Gaulle bulunmuyor. Bilindiği gibi Charles De Gaulle, Avrupa içerisinde ABD’den bağımsız bir Avrupa fikrini savunurken bunun için NATO’nun askeri kanadından çekilmekten bile geri durmamıştı. Günümüzde Macron veya herhangi bir Avrupalı ise Ukrayna savaşıyla ABD’nin harladığı Rus tehdidi ve ABD’nin Avrupa’ya yüklediği maliyetlere rağmen böyle stratejik çıkışlar yapabilmekten oldukça uzak.
Ve bu aşamada sadece Macron veya Scholz değil, Avrupa’da yükselen aşırı sağ iktidarların da ABD’nin Ukrayna savaşı politikasıyla veya genel olarak Avrupa perspektifiyle ne kadar çatışacağı ve dik duracağı da oldukça tartışmalı. Her ne kadar Ukrayna’ya destek konusunda çekingen bir tavır alacak olsalar da geniş çerçevede ABD politikalarından bir kopuş istemedikleri iddia edilebilir. Bu da demek oluyor ki Avrupa parlamentosu seçim sonuçları Avrupa başkentlerinde önemli değişimler getirecek olsa da ABD’de kasım ayında gerçekleşecek başkanlık seçimlerinin sonuçlarıyla ortaya çıkacak Amerikan politikası, bölge güvenlik mimarisini belirleyecek asıl değişken. Ayrıca Rusların son dönemde savaş sahasında belirli bir konfora ulaştığı, Ukrayna’nın ise her gün daha fazla yardıma muhtaç olduğu bu düzlemde Avrupa Birliği’nin maliyete katlanma direnci de belirleyici olacaktır.
Sonuç olarak Avrupa savaşa hazırlanmıyor, herhangi bir egemen devletin yapması gereken ancak Avrupa’ya özgü bir durum olarak farklı sebeplerle ABD’nin onların yerine üstlendiği maliyetlerin kendisinin tekrar karşılaması gerektiği bir duruma adapte olmaya çalışıyor. Yani bu noktada Avrupa Birliği’nde ne De Gaulle benzeri ABD’den bağımsız bir Avrupa uyanışı anlatısı bulunuyor ne de ABD güdümünde dünya savaşına hazırlanan İtilaf devletleri kuruluyor.
Soğuk Savaş’ta kurulmuş ve sonrasında da hayatta kalabilmiş bir yapının yeni siyasi ve güvenlik ortamına ayak uydurmak için yapması gerekenleri tepkisel olarak yaptığı bir düzlemde bulunuyoruz. Dolayısıyla aslında olan, Avrupa’nın Ukrayna savaşına ve ABD’nin yüklediği maliyetlere verdiği tepki ve yeni dünyada ekonomik ve sosyal sorunların daha görünür olması.
Ve son olarak, Avrupa savaşa hazırlanmıyor, zaten savaş uzun süredir Avrupa’nın içerisinde. Şimdi ise hasta adamın tepki verme ve adapte olma zamanı. Seçim sonuçları ise Avrupa’nın adapte olmaktan öte yalnızca savrulduğunu gösteriyor…