Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’tan 45 yıl sonra, ikinci defa üst düzey bir Arap isim İsrail’in Holokost kurbanlarını anma salonuna çelenk bıraktı… Bu isim İsrail ile iki sene önce İbrahim Antlaşmalarını imzalayan Birleşik Arap Emirlikleri’ni temsilen Dışişleri Bakanı Abdullah Bin Zayed idi. İsrail’e, normalleşme anlaşmasının ikinci yıldönümünü kutlamaya giden bakan, ülkesinin İsrail’deki Büyükelçiliği’nde üst düzey isimlerin katıldığı bir resepsiyon verdi. Muhammed bin Zayed’den özel bir mektup da getiren Abdullah bin Zayed, birkaç günlük İsrail turunda Cumhurbaşkanı Herzog ve eski Başbakan Netanyahu dahil olmak üzere iktidardan ve muhalefetten önemli isimlerle görüştü.
1971’de kurulan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), 2020’ye kadar İsrail’i ülke olarak tanımamasına ve hatta ülkenin kurucusu Zayed bin Sultan Al Nahyan İsrail’i düşman olarak nitelendirmesine rağmen bu iki ülke jeopolitik müttefiklik seviyesine iki senede nasıl ulaştı? BAE’nin İsrail ile yakınlaşması, bölgesel bir tehdit unsuru olarak gördüğü İran’a karşı ortak paydada birleşebildiği bir bölgesel güç unsuru ile ittifak olmaya karar vermesi ile mümkün oldu. Arap ülkelerinin İsrail’e açtığı savaşlara BAE’nin katılmamış olması da normalleşmenin hızında etkili oldu. Karşılıklı kan dökülmediği için, kurucusunun nitelendirdiği “düşmanlık” BAE için Arap birliğini temsil etmesi oranında sembolikti denebilir. İsrail ise çevrelendiği Arap ülkeleri arasında üzerindeki baskıyı kırmak ve tekrarlanabilecek savaşları engellemek için zaten uzun süredir kendisine müttefikler arıyordu. Bu bağlamda bölgenin dinamiklerinin bu iki ülkeyi birbirine yakınlaştırdığı görülüyor.
BAE’nin ardından Bahreyn, Fas ve Sudan da İsrail ile normalleşme antlaşmaları imzalayıp ilişkilerini geliştirdiler. Ancak bu rüzgarın hızı Trump’ın ABD’de seçimi kaybetmesiyle yavaşladı. Üstelik Biden yönetiminin İran ile Nükleer Silahların Önlenmesi Anlaşması’na dönülmesi amacıyla Obama’nın açtığı yoldan devam etmesiyle rüzgar Basra Körfezi’nde tersinden esmeye başladı. Göreve geldikten sonra İsrail’in de etkisiyle “en kötü antlaşma” diyerek Trump’ın çekildiği bu antlaşma, İran’ın nükleer silah geliştirmesine fizikî güç ile değil diplomatik yollarla karşı çıkılması ve İran’a uygulanan ambargoların bir kısmının kaldırılması maddelerini içeriyordu. Müzakereleri 2013’te başlayan, imzalanması Batı ülkelerini ve BM’yi de dahil ettikten sonra 2015’te mümkün olan ve ABD Kongresi’nden onay alınması büyük tartışmaların ardından gerçekleşebilen antlaşmadan ABD’nin tek taraflı çekilmesi 2018 yılında oldu.
Bugün Biden yönetimi, kısa bir süre yürürlükte kalmış ancak uzun bir müzakere ve pazarlık sürecinden geçmiş bu antlaşmaya geri dönmek istiyor. Hem İsrail hem de Birleşik Arap Emirlikleri ise, İran’a yönelik ambargoların kaldırılmasının olası sonuçlarından korkuyor. ABD’nin ambargosu nedeniyle çeşitli ülkelerde dondurulan ve 100 milyar doları aştığı tahmin edilen İran malvarlığının bir kısmı, antlaşmaya dönüldüğünde, İran İslam Cumhuriyeti iktidarına devredilecek. BAE ve İsrail, İran’ın bu parayı, ülkelerinde ve yakın coğrafyalarında “terörü finanse etmek” için kullanmasından korkuyor. İran’ın hem Filistin ve Lübnan, hem de Yemen’de Şiiliğin etkisini de kullanarak bazı grupları silahlandırdığı gerçeği göz önünde bulundurulursa İsrail ve BAE’nin farklılıklarını bir kenara bırakarak ortak nokta bulma çabası, hatta bunun için Hz. İbrahim’e kadar giden bir çizgide akrabalıklarını yeniden keşfetmelerinin arka planı anlaşılacaktır.
İç politikada hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçilerden bazı isimlerin karşı çıkmasına, İsrail ve BAE gibi Orta Çoğu’daki müttefiklerin de itirazlarına rağmen Biden yönetimi ABD’nin bu antlaşmaya dönmesini neden istiyor? Obama’nın mirası olarak gördüğü bu antlaşmaya dönerek Biden birden fazla kuş vurmayı amaçlıyor: Bazı analistler Orta Doğu’da her şeyin yanlış gitmeye başladığı tarihi, CIA destekli darbeden sonra İran’da devrime giden süreç olarak kabul ederler. İran petrolünü millîleştirdiği için, demokrasiyle başa gelmesine rağmen İngiliz-İran Petrol Şirketi’nin baskısıyla devrilen Musaddık’ın yerine eski uyumlu Şah tekrar getirildiğinde tarih 1953’tü. 25 yıl sonra gerçekleşen İran Devrimi ise İran’ın ABD nüfuz alanından çıkmasıyla sonuçlandı. Devrim sonrası dünyadan tecrit edilen ve radikalleşen İran’ın bölge ülkelerine yönelik tehdidi bugün, Demokratlar arasında bir kanat tarafından dışlayıcı değil dâhil edici bir politika uygulanarak azaltılmak isteniyor.
İran’ın uranyum zenginleştirmesinin kısıtlanması ve bunun uluslararası kuruluşlarca kontrol edilebilmesi antlaşma uygulanırken mümkün olmuştu. Biden yönetimi bir yandan İran’a kabul ettirdiği bu koşullara dönüp çevre ülkeleri de karşı hamle olarak nükleer yarışına girmekten alıkoymak isterken, bir yandan da İran’da tutuklu 4 Amerikalı’nın tahliye pazarlığını yapıyor. Antlaşma sağlanırsa Afganistan fiyaskosunu unutturarak iç politikada puan kazanma hesabı yapılırken, uluslararası konjonktürde de Asya’da Çin etkisini dengelemek gibi küresel kazanımların olacağı öne sürülüyor. İş çevrelerinde ise, Biden’ın OPEC+ ülkelerine istediği seviyelerde kabul ettiremediği petrol üretiminin artışı konusunu, yaptırımların kaldırılacağı İran petrolünün karşılayabilir beklentisi var. İran’dan temin edilebilecek günlük ekstra 500 bin ila 1 milyon varil ile yüksek fiyatların düşürülebileceği öne sürülüyor. Bugün gelinen noktada Obama’nın planları İran’ı çevre ülkelere yakınlaştırmasa da, İran tehdidinin İsrail ve BAE’yi birbirine daha da yakınlaştırdığı görülüyor…