
Batı’nın İsrail’e meşruiyet sağlamasının bir diğer nedeni, ortak ekonomik çıkarlar oldu. AB, imzaladığı anlaşmalarla, İsrail’in “laboratuvar” olarak kullandığı Filistin topraklarındaki askeri teknolojiden faydalanmaya devam ediyor.
Ateşkes anlaşmaları ile kısa bir süreliğine de olsa duraklayan İsrail saldırıları, son günlerde yeniden şiddetlenmeye başladı ve Gazze’de bedeli ağır bir insani kriz tablosu oluşturdu. İsrail’in bu saldırıları, elbette 7 Ekim ve daha öncesinde olduğu gibi Batı'nın soykırıma sağladığı meşruiyet çerçevesinden bağımsız alınan kararlar değildir. Retorik, medya manipülasyonu, askeri destek ve hukuki koruma mekanizmaları, İsrail’in Gazze’deki şiddetini küresel düzeyde kabul edilebilir kılmaya devam ederken, soykırımın bir parçası olarak İsrail-Batı ilişkisinin nasıl bir perspektifte şekillendiğinin de üzerinde durmak gerekmektedir.
BEYAZ ADAMIN YÜKÜ
19. yüzyıldan bu yana Siyonist düşünce ile Batı dünyası arasındaki ilişki, jeopolitik çıkarlar, tarihsel bağlar ve ideolojik söylemlerle şekillendi. Avrupa milliyetçiliğinin bir devamı olarak şekillenen Siyonizm, Batı’nın oryantalizmle şekillenen “beyaz adamın yükü” misyonuna pragmatik şekilde sırtını yaslayarak, Batı’nın Orta Doğu’daki çıkarlarını koruyan bir “ileri karakol” olarak kendini konumlandırdı. Siyonist hareket, bu hedefe hizmet edecek bir Yahudi devleti fikrini benimsedi. Bu ilişki, Balfour Deklarasyonu gibi sömürgeci düzenlemelerle başlamış, Soğuk Savaş’ın stratejik ittifaklarıyla derinleşmiş ve günümüzde terörle mücadele retoriğiyle sürdürülmeye devam ediyor. Herzl’in Avrupa ile Asya arasında konumlanacak Yahudi devleti için benimsediği “medeniyet duvarı” metaforu, İsrail’in Avrupa’nın “barbarlığa karşı” bir kalesi olarak tasvir edilmesine zemin hazırlamış ve ardından gelen Siyonist liderler, bu anlayış çerçevesinde Batı ile ilişkilerini geliştirerek Filistin’de göç ve kolonileşmeyi hızlandırmıştır.
BATI’YA SINIR BEKÇİLİĞİ
Günümüzde ise İsrail ile Batı arasındaki ilişki; tarih, ekonomi, güvenlik ve ideolojik dinamikler üzerinde devam etmektedir. Tarihsel düzlemde 1948’de İsrail’in kurulmasının, Batılı güçlerin aktif desteğiyle gerçekleşmesinin ardından ABD, İngiltere ve Fransa, İsrail’i Süveyş Kanalı’nı ve petrolleri koruma misyonuyla donattı. 1967’deki Altı Gün Savaşı sonrasında İsrail, ABD’nin bölgedeki “toprak uzantısı” haline geldi. Soğuk Savaş döneminde ise İsrail, komünizm tehdidine karşı Batı’nın “siperi” olarak sunuldu. Bu söylem, akabinde özellikle 11 Eylül sonrasında “terörle mücadele” vurgusuyla birleşerek, İsrail’i “medeniyet” ile “radikal İslam” arasında bir sınır bekçisine dönüştürdü. İsrailli siyasetçiler ise dünyaya verdikleri mesajlarda İsrail’i özgür dünyanın Sparta’sı gibi tanımlayarak Batının güvenlik ve teknoloji ihtiyaçlarına cevap veren bir pazarlama stratejisi içerisine girdi.
KANLI TİCARET
Batı’nın İsrail’e meşruiyet sağlamasının bir diğer nedeni, ortak ekonomik çıkarlar oldu. Avrupa Birliği, İsrail’le imzaladığı askeri anlaşmalarla, sınır güvenliği ve insansız hava araçları (İHA) gibi alanlarda İsrail’in “laboratuvar” olarak kullandığı Filistin topraklarındaki askeri teknolojiden faydalanmaya devam ediyor. Ayrıca, İsrail’in gasp ettiği doğalgaz rezervleri ve Doğu Akdeniz’deki enerji projeleri, Batı’nın enerji güvenliği için kritik önem taşıyor. İsrail, ekonomisinde güvenlik teknolojileri ihracatının makro etkenlerden biri olması, iki blokun hem güvenlik hem de ekonomik iş birliklerinin Filistin katliamlarında buluşmasına olanak sağlıyor.
POPÜLİST LİDERLERİN İLHAM KAYNAĞI
İsrail ve Batı arasındaki ilişkinin siyasi boyutunda ise Batı’da son yıllarda güçlenen sağ popülist ve milliyetçi hareketlerin etkisi görülmektedir. İsrail’in Yahudi kimliğini merkeze alan yaklaşımı, Batı’da artan göçmen karşıtı söylemlerle paralel olarak İsrail’in demografik işgal siyaseti, Filistinlilere yönelik sert güvenlik politikaları, Batı’da “güvenlik önceliği” söylemleri ile meşrulaştırılabiliyor. Önümüzdeki dönemde otoriter kapitalist sistemlerin, ırkçı milliyetçilik söylemlerini benimseyen hükümetlerin yükselişine yol açılacağı öngörülüyor. Netanyahuculuk olarak da ifade edilebilir olan bu süreç, yükselen sağa işaret ederek şiddeti ticarileştiriyor. Bunlara ek olarak Avrupa’da tıpkı ABD’de olduğu gibi Yahudi lobilerinin de ilişkilerin geliştirilmesindeki etkilerini göz ardı etmemek gerekir. ABD’de AIPAC gibi grupların İsrail yanlısı politikaların benimsenmesinde etkili olduğu gibi benzer lobi faaliyetleri Avrupa’da da devam ettirilmektedir. Küresel bir değişim olarak ulus devlet meselesi ve göç ile mücadele de İsrail uygulamalarından örnekle Batı’ya otoriter fırsatlar olarak sunulmaktadır. Batı’da artan göç dalgaları, yerli nüfusun “demografik kaygılarını” tetiklerken; popülist liderler, bu korkuları “ırkçı milliyetçilik” ile manipüle ederek, tıpkı İsrail’in ideal olarak sunduğu Yahudi ulus devlet yasasında olduğu gibi daha da aşırılaşmaktadır.
SANSÜR POLİTİKALARI İFLAS MI EDİYOR?
Güvenlik düzleminde ise İsrail’in, yıllardır Batı'nın bu mücadeleye zorunlu kalmaması için kendisinin terör örgütlerine karşı bir uygarlık mücadelesi yürüttüğünü savunması, iki blok arasındaki ilişkinin devamlılığında öncüllerden biri olmaktadır. İsrail’in Batı’ya düzenli olarak deklare ettiği “demokrasi için yürüttükleri savaşın sınır noktası” olarak kendilerini işaret etmeleri, İsrail’in Batı ile karşılıklı faydaya dayanan ilişkisinin bir diğer güvenlik boyutudur. Ekonomisi yurt dışı silah ve teknoloji satışına bağlı olan İsrail’in sonsuz savaş döngüsüne girmiş olması, paradoksal olarak Batı-İsrail ilişkisini yeniden dizayn etse de bu ilişkinin sürdürülebilirliği de soru işareti olmaya devam ediyor.
Batı’nın İsrail’e desteği, asla sadece siyasi veya askerî çıkar hesaplarına indirgenemez. Bu ilişki aynı zamanda Hristiyanlığın Yahudiliğe tarihî borcunu ödeme arzusundan, “antik düşman” İslam coğrafyasında bir ileri karakol inşa etme ihtiyacına kadar uzanan karmaşık bir psikolojik zemine oturuyor. Ancak Filistin meselesinin küresel vicdanda giderek daha fazla yer bulması, Batılı genç nesillerin İsrail’e bakışındaki radikal dönüşüm ve sosyal medyanın bilgi akışını kontrol edilemez kılması, bu tarihî ittifakı sorgulanır hale getirdi. Özellikle Batı üniversitelerinde yükselen Filistin direnişi söylemleri, İsrail’in “güvenlik” gerekçesiyle dayattığı sansür politikalarının iflas ettiğinin de göstergesi.
KİM DAHA MUHTAÇ KİM DAHA ACİZ?
Batı-İsrail ilişkilerinin geleceği, medeniyetlerin kendi krizleriyle yüzleşme kapasitesine bağlı. İsrail, Orta Doğu’da varlığını meşrulaştırmak için Batı’nın desteğine muhtaç; Batı ise İsrail’siz bir Ortadoğu politikasının boşluğunu dolduracak yeni bir strateji geliştirmekten aciz. Ancak Filistin meselesinin artık Batı’nın iç siyasetini belirleyen bir faktör haline gelmesi, bu ilişkinin eskisi gibi devam edemeyeceğinin sinyali. Tıpkı Güney Afrika’daki apartheid rejiminin sonunu getiren küresel vicdan gibi, bugün de İsrail’e yönelik uluslararası baskılar, Batı’yı bir tercih yapmaya zorluyor.
Batı’nın desteğinin zayıflaması halinde İsrail’in yeni ittifak arayışları kaçınılmaz olacaktır. Hindistan, Çin ve hatta Suudi Arabistan gibi aktörlerle geliştirilen ekonomik ve teknolojik iş birlikleri, Tel Aviv’in alternatif küresel denklemlerde yer alma çabasının ipuçlarını veriyor. Ancak bu hamleler, İsrail’i Batı’dan koparmak bir yana, onu daha kırılgan bir konuma sürükleyebilir. Zira Batı’yla kurulan varoluşsal bağlar, İsrail’in bölgesel politikalarını şekillendiren en temel dinamiklerden biri olarak güncelliğini korumaktadır.