İnsanoğlu tarihin ilk dönemlerinden itibaren ekonomik sıkıntılar, doğal afetler ve savaşlar başta olmak üzere kaos ve çatışmadan kurtulma arayışıyla yollara düşmüştür. Jeostratejik konumu dolayısıyla göç hareketlerinin ilgi odağı olan Türkiye, göç olgusunu daimi olarak insani boyutta değerlendirerek, diğer ülkelere örnek teşkil etmiştir. 2011 yılında Suriye’de patlak veren iç savaş neticesinde adeta akın eden sığınmacılara tarihsel misyon gereği “açık kapı”, “temel yaşamsal ihtiyaçların karşılanması” ve “geri göndermeme” esaslarına dayalı bir politika izlenmiştir.
Dünya üzerinde en çok sığınmacı bulunduran Türkiye’de, 3.7 milyon geçici koruma kapsamında Suriyeli, 1.2 milyon ikamet izni sahibi ve 300 binin üzerinde de uluslararası koruma başvuru ve statü sahibi olmak üzere, toplam 5 milyonu aşkın düzenli göçmen vardır.. Oysa ki, 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin de öngördüğü gibi göç yükü ile mücadelenin sorumluluğu, yalnızca belirli devletlere yüklenemez.
Suriye ve Orta Doğu’dan gelen savaş mağduru sığınmacıların çok büyük bir çoğunluğuna sınırlarını kapatan AB, Rusya’nın saldırısı sonrası yaşanan insani dramın daha ilk günlerinde kapılarını Ukraynalı mültecilere açacağını beyan etti. 2011 yılından bugüne kadar AB ülkelerine girişine izin verilen Suriyeli sığınmacı sayısı 1 milyon civarında kalırken, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği 24 Şubat-15 Mart arası 3 milyon 63 bin 95 Ukraynalının komşu ülkelere geçtiğini duyurdu.
Suriyeli ve Orta Doğulu sığınmacıların Avrupa’ya girişini engellemek için son 10 yılda yaklaşık 12 sınır duvarı inşa edildi, kilometrelerce dikenli tel çekildi. AB’nin yürütmüş olduğu riyakar mülteci politikalarının adeta maşası haline gelen Yunanistan’ın yıllardır Suriyeliler başta olmak üzere Orta Doğu, Asya ve Afrika kökenli sığınmacılara karşı kelepçeli olarak doğrudan denize atarak ya da botlarını patlatarak pek çok gayrı hukuki ve gayriinsani geri itme politikaları uyguladığı kayda girmiştir.
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu olarak Edirne-Yunanistan sınırına düzenlediğimiz inceleme ziyaretinde insanlık onuruyla bağdaşmayan (gaz ve sis bombalarıyla plastik ve gerçek mermiler kullanma, ağır şekilde dövme, değerli eşyalarını ve elbiselerini alma) geri itme politikalarını bizatihi yerinde tespit ettik. İncelemeler esnasında Yunan sınır güvenlik güçlerinin gerçek mermilerle yaraladığı iki sığınmacıdan birinin hayatını kaybettiği, Komisyonumuzca gözlemlendi ve rapor olarak yayınlandı.
AB, bir yandan Türkiye’yi göç akımlarının transit değil, hedef ülkesi haline getirmek amacıyla kendi sınırlarına demir perde örerken, diğer yandan AB’nin kara ve deniz sınırlarını koruma birimi FRONTEX vasıtasıyla Yunanistan’ın geri itme politikalarına açık destek vermektedir. Bu açıdan, Batı’nın Ukrayna krizinde göstermiş olduğu tepki, uluslararası insan hakları hukukunu uygulamadaki ikiyüzlü politikalarını ve çifte standardını bir kez daha göstermektedir.
Sığınmacıları, insanlık dışı uygulamaların hüküm sürdüğü kamplarda aç bırakan Macaristan Başbakanı Viktor Orban, Ukrayna’dan gelen tüm mültecilerin pasaportları olmasa bile ülkeye kabul edileceğini duyurdu.
Yunan güvenlik unsurları tarafından giysileri çıkartılıp geri itilmelerine bağlı olarak sınırda donarak ölen sığınmacılara gözlerini kapatan AB Komisyonu, Ukraynalı mültecilere oturma izni, eğitim, iş piyasası ve sosyal yardıma erişimi de kapsayan “Geçici Koruma Yönergesi”ni teklif etti.
Avrupa Yaşam Tarzını Tanıtmaktan Sorumlu Başkan Yardımcısı Margaritis Schinas, Ukraynalı mültecilerin evcil hayvanlarına bile AB ülkelerinin sınırlarından rahatça geçiş hakkı sağlandığını bildirdi.
Mültecilere uygulanan çifte standart, medya diline de yansıdı. Yayınlanan haberlerde, Ukraynalıların Irak, Afganistan ve Suriye’den gelen mülteciler gibi olmadığı, beyaz tenli, sarı saçlı ve Hristiyan mülteciler olduğu defaatle dile getirildi. Netflix ve Instagram hesaplarının olmasına, giyimlerine ve arabalarına dikkat çekildi. Ukrayna’da yaşananlar, Afrika ve Orta Doğu’da süre gelen çatışmalardan farklı kılındı. Ölen çocukların ve insanların sarı saçlı, mavi gözlü, beyaz ve Hristiyan Avrupalı kimliklerinden ötürü ayrı bir hüzün yaşanırken, savaşların ve ölümün kendilerinden uzak coğrafyalarda yaşayan, yoksul, esmer tenli, siyah gözlü, soluk benizli, vb. insanların başına gelebilecek olgular olduğu sıklıkla ima edildi.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük göç dalgasıyla karşı karşıya olan Avrupa, Ukrayna’daki bu beklenmedik insani krize karşı tarihinde hiç görülmediği kadar hızlı tepki verdi ve “açık kapı politikası” uyguladı. Ancak Orta Doğu, Asya ve Afrika’dan gelen mültecilerin Avrupa’ya kabulü sırasında aynı politikalar izlenmemekte ve Batı, “kendi”nden görmediği mültecileri, tamamen sınırlarının dışında tutmaya çalışmaktadır. Peki Batı’nın bu çifte standardının sebebi ne?
Öncelikle Batı, uzun yıllardır mülteci sorununu, güvenlik ekseni çerçevesinde değerlendirmekte ve göç olgusunu, insan hakları boyutuyla ele almamaktadır. Asimilasyona yoğunlaşan mülteci politikaları nedeniyle “farklı” din ve kültürden gelen, hatta Ukrayna krizinde görüldüğü üzere, “farklı” dış görünüşe sahip mültecilerin kendi ülkelerine ve sistemlerine entegre olamayacağını düşünmektedir. “Kendi”lerinden olmayan bu Müslüman sığınmacılar, radikalleşmeye meyilli, potansiyel birer “terörist” olarak algılanmaktadır. Bu durum, aslında Batı’da son yıllarda yükselişe geçen yabancı düşmanlığı ve İslamofobi’nin de bir tezahürüdür. Batılı siyasetçilerin kendi ülkelerinde oylarını artırma çabalarıyla giriştikleri yabancı düşmanlığına yönelik, milliyetçi ve İslamofobik söylemleri, bu düşünceleri daha da derinleştirmektedir. Batı’nın gütmüş olduğu ırkçı yaklaşımlar, aslında Ukrayna sınırında Afrika ve Güney Afrika kökenli sığınmacıların ayrımcılığa uğramasıyla yine cereyan etmiştir.
Uluslararası mevzuat açısından Orta Doğu, Asya ve Afrika’dan gelen mülteciler ile Ukrayna’dan gelen mültecilerin hukuki statüsü arasında hiçbir fark bulunmamaktadır. Batı’nın Ukrayna krizinde AB ülkelerine yönelen mülteci akınına karşı göstermiş olduğu reaksiyon, aslında uluslararası insan hakları hukukunun bir zorunluluğudur. Ancak Suriye ve Afganistan’daki çatışma ortamından kaçan savaş mağdurları için uluslararası hukukun yükümlülükleri yerine getirilmemektedir. Batı, “kendi”nden görmediği, asimilasyon politikalarına uygun olmayan, kültürü, dini ve hatta saç, göz, ten rengi “farklı” mültecilere kapılarını kapatmaya ve uluslararası hukuk ile insan hakları kaidelerine aykırı davranmaya devam etmektedir. Sığınma hakkını masum insanlardan esirgeyen ve geri göndermeme kuralını ihlal eden Batı’nın insan hakları yaklaşımına ve uygulamalarına bir “renk” ayarı ihtiyacı olduğu açıkça görülmektedir.
Batı’nın uluslararası insan hakları mevzuatına uygun davranmadaki çelişkisi, insan haklarının bir illüzyon olup olmadığı sorusunu akla getirmektedir. Bu açıdan, insan haklarının korunması her ne kadar idealist bir düşünce olsa da artık günümüzde ne yazık ki Batılı devletlerin diğer ülkelere müdahalelerinde bir meşruiyet kaynağı haline gelmiştir. Batı, kendisinin yaratmış olduğu insan hakları mevzuatını yine kendisi ihtiyari olarak uygularken, diğer ülkelere bir dayatma politikası olarak kullanarak, siyasallaştırmaktadır. İnsan hakları müktesebatını hegemonik bir araçsallaştırmayla adeta bir ‘sopa’ ve hizaya getirme aracı olarak kullanmak, insanı bizatihi yok saymakla eş değerdir. İnsan haklarına uluslararası alanda ve dış siyasette yapılan vurgu, AB kapılarında bitmekte ve en temel insan hakkı olan yaşam hakkını korumak için savaştan kaçan mülteciler karşılarında duvarlar, dikenli teller ve silahlı askerler bulmaktadır.