Aksa Tufanı Operas-yonu’nun birinci yıl dönümü yaklaşırken Orta Doğu’da resim bir yıl önce olduğundan tamamen farklı. İsrail’in Gazze’deki katliamlarında 40 binden fazla Filistinli şehit olurken İsrail şu aşamada gözünü Lübnan’a dikmiş durumda. Son iki haftada yoğunlaşan saldırılarında önce Hizbullah mensuplarının çağrı cihazları ve telsizleri patlatıldı, sonra Güney Lübnan’daki Hizbullah füze noktalarına ağır bombardımanlar yapıldı ve son olarak Hizbullah lideri Nasrallah ve çok sayıda üst düzey örgüt yöneticisi Beyrut’ta öldürüldü. Bu noktada Hizbullah’ın savaşma kapasitesi ve iradesinin ciddi yara aldığı söylenebilir.
İsrail ise Gazze’den sonra Lübnan’a saldırılarını yoğunlaştırmışken diğer yandan İran ve bölgedeki vekil unsurlarının hareketsizliğinden de cesaret alarak Yemen’de Husiler, Suriye’de ve Irak’ta da Şii milislere yönelik hava saldırılarına devam etmektedir. Bu doğrultuda Hizbullah’ın Lübnan dışında en etkin olduğu ülke olan Suriye’deki varlığının geleceği ve bu durumun Suriye iç savaşına yansımalarını incelemek oldukça yerinde olacaktır. Ayrıca İran’ın bölge politikasının bir başka ayağını oluşturan Esed rejiminin Hizbullah’a yönelik saldırılara nasıl tepki vereceği de Suriye iç savaşının geleceği açısından önemli ipuçları verebilir.
Hizbullah ile Suriye’nin ilişkileri Hizbullah’ın kuruluş tarihine kadar dayanmaktadır. Hizbullah’ın, Lübnan iç savaşında, Güney Lübnan’daki İsrail işgalini bitirmek için kurulduğu sırada Suriye ise iç savaşa müdahil olarak Lübnan’ı işgal etmiş durumdaydı. İran’ın “devrim ihracı” politikasının bir parçası olarak önemli bir yer tutan Hizbullah ve İran’la müttefik Suriye arasındaki ilişkiler, Lübnan iç savaşının sona erdiği 1990 sonrası farklı bir evreye girdi. Bu süreçte Hizbullah Suriye’nin Lübnan’daki işgalini kabul ederek, Şam’la uyumlu bir yaklaşıma sahip olmuştur. Suriye ise Hafız Esed yönetiminde İsrail’le müzakere ve mücadelesinde Hizbullah’ı bir koz olarak kullanmaya çalışmıştır.
Ancak bu durum Hafız Esed’in 2000’deki ölümüyle başa gelen Beşar Esed döneminde değişmiştir. Beşşar Esed yönetimindeki Suriye İsrail’e karşı Hizbullah’la ilişkisini daha da güçlendirmiş ve Hizbullah’ı askeri ve siyasi olarak desteklemiştir. Ancak 2005’te Suriye’nin Lübnan’ı işgaline karşı olan Hariri’nin suikasta uğraması sonrası baskılar sebebiyle Suriye’nin Lübnan işgalini sonlandırmak zorunda kalması ilişkilerin seyrini bir kez daha değiştirmiştir. Suriye’nin askerlerini çekmesi sonrası Hizbullah, Lübnan’da İran ve Suriye’nin çıkarlarını korumak ve politikalarını uygulamak için ana aktör konumuna gelmiştir. Bu da Hizbullah’a Suriye’nin kontrolünden görece kurtularak daha özerk bir konum kazandırmıştır.
Tüm Orta Doğu’da değişime sebep olan Arap ayaklanmalarının Mart 2011’de Suriye’ye sıçraması sonrası ise Esed rejiminin devamı için İran ve Hizbullah’ın askeri desteği kritik bir konuma gelmiştir. Halkın ezici çoğunluğunun rejim karşıtı protestoları ve rejimin protestoların şiddetle bastırılması emrini uygulamayarak ordudan ayrılan askerlerin rejimle çatışmalara girmesiyle Şam yönetimi oldukça zor bir durumda kalmıştır. Her ne kadar Hizbullah mensupları kendi açıklamalarında 2013 yılında Suriye’ye müdahale ettiklerini söyleseler de çatışmaların başladığı ve rejimin zorda kaldığı andan itibaren Hizbullah’ın çatışmalara dahil olduğu söylenebilir.
Nihayetinde 2011’de başlayan iç savaş ile Esed rejimi, 28 yıl boyunca işgal altında tuttuğu Lübnan’da vekil unsur olarak kullandığı ve desteklediği Hizbullah’ın yardımına muhtaç bir konuma düşmüştür. Bu da Esed rejiminin üzerinde İran kadar Hizbullah etkisinin de arttığı ve özellikle Suriye-Lübnan sınırının kontrolünün Lübnan’a bırakıldığı bir düzlem doğurmuştur.
Hizbullah Suriye iç savaşının seyrini değiştirirken, Suriye’ye müdahil olmak da Hizbullah’ı derinden değiştirdi. Bu değişim Suriye’de alan kazanmak, askeri kapasite artırmak ve İran’ın desteklediği Şii milislerle daha koordineli bir ilişkiye sahip olmak gibi pozitif yönler barındırıyordu. Suriye iç savaşına müdahil olmak Hizbullah’ı bölgesel bir güce dönüştürerek İran’la ve hatta Rusya’yla birlikte savaştığı ve yakın ilişkiler geliştirdiği bir ortama kavuşturmuştu.
Bunun yanı sıra Hizbullah savaşın gereklilikleri doğrultusunda hızla büyüyerek hiç olmadığı kadar önemli bir askeri güce erişmiştir. Ayrıca Hizbullah’ın askeri yapısı da bu sayede şehirlerde ve kırsalda var olan bir terör yapılanmasından düzenli bir ordu yapısına dönüşmüştür. Bir diğer avantaj noktası da Hizbullah’ın müdahalesi ve muhaliflere karşı askeri başarıları sonrası Lübnan’daki popülaritesi artmış, hatta rejimden kaçan milyonlarca Suriyelinin yerine Şii milislerin ve Hizbullah militanlarının aileleri yerleştirilerek demografik değişim yapılmaya çalışılmıştır.
Hizbullah’ın Suriye’ye müdahalesi önemli kazanımlar barındırmasının yanı sıra örgüt içerisinde farklı zayıf noktalar da oluşturmuştur. Bu zayıflıkların en başında ise, Lübnan’da alternatif bir devlet ve ordu yapısı olacak kadar güçlenmiş Hizbullah’ın, Esed rejimini ayakta tutmak amacıyla girdiği Suriye sahası sebebiyle aşırı yayılması ve aslında örgütün birincil amacı ve çıkarı olmayan işlere İran politikası için girerek kaynaklarını harcamasıdır. Ve bu durum günün sonunda Hizbullah’ın İsrail’e karşı ciddi bir güvenlik açığına sahip olmasını getirmiştir. Lübnan’da sığınaklarda, şehrin içinde sivillerle ve direkt devlet yapısının içerisine işlemiş bir Hizbullah’la mücadele oldukça zor olacakken Suriye’de düzenli bir ordu gibi hareket eden, Lübnan-Suriye sınırına hâkim, Suriye içerisinde uyuşturucu üretim ve dağıtım ağını işleten ve dolayısıyla İsrail için oldukça görünür olan Hizbullah ile mücadele görece daha kolay olacaktı. Örgütün hızlı büyümesi, düzensiz Şii milislerle ve istihbarat sıkıntıları olan İranlı yapılarla etkileşimi de Hizbullah’ı İsrail etkisine hiç olmadığı kadar açık hale getirdi. Suriyeli muhaliflerle girilen çatışmalarda ölen Hizbullah mensuplarının yerini hızlıca doldurma çabası ve savaş sırasında askere olan ihtiyaç da Hizbullah’ın yeterli önlemleri almadan dış istihbarat müdahalelerine açık üyeler almasına zemin hazırladı.
Bir karşılaştırma yapmak gerekirse, İsrail Gazze’yi 2007 yılından itibaren abluka altında tutuyor olmasına rağmen Hamas içerisinde böyle bir istihbarat kabiliyetine hiçbir zaman sahip olamamıştır. Bu da Hizbullah gibi, tüm söylemini İsrail’le mücadele üzerine kuran ve son 15 yıldır bölgede ciddi kapasiteye erişen bir örgütün İsrail istihbaratına karşı nasıl bir zafiyet ve acziyet içerisinde olduğunu göstermektedir.
Tüm bunların sonucunda Hizbullah’ın iç savaşı büyük bir fırsat olarak kullanarak Suriye’de alan kazanırken, İran’ın bölge politikası çerçevesinde önemini artırdığı görülmekteydi. Ancak aşırı yayılma sebebiyle İsrail etkisine açıklık ise Nasrallah’ın sonunu getiren en önemli nokta olarak ortaya çıktı.
Suriye günümüzde fiilen üçe bölünmüş yapısıyla bölgede istikrarsızlığın önemli bir kaynağı olarak durmaktadır. Şam yönetiminin kontrolündeki bölgelerde bulunan İran destekli Şii milisler ve Hizbullah varlığı ise İsrail’in Suriye’ye müdahil olmasına ve keyfi bir şekilde saldırılar düzenlemesine alan açmaktadır. Bu doğrultuda İsrail, İran’ın bölgedeki unsurlara yönelik silah teslimatlarını engellemek ve lojistik hatlarına zarar vermek amacıyla Şam, Humus, Deyr ez-Zor ve hatta Halep’e yönelik hava saldırıları düzenlemektedir.
Bu denklem içerisinde Esed rejiminin konumu ise oldukça zor görünmektedir. Bir yandan İran ve Hizbullah’ın desteğiyle ayakta kalan rejim, diğer yandan hem İran ve Hizbullah’a göbekten bağlı bir hale gelmekte hem de bu sebeple İsrail'in saldırılarına maruz kalmaktadır. İran için İsrail'le mücadelede Hizbullah’ı savaşın dışında tutmak artık mümkün olmasa da Hizbullah’a yönelik İsrail baskısını bölgeye yayarak azaltmak için Suriye’yi kullanma ihtimali bulunmaktadır. Buna göre İran, Suriye topraklarından İsrail’e saldırılar düzenleyerek ülkeyi bu rekabetin bir savaş alanına çevirmeyi tercih edebilir.
Ancak bu noktada Esed rejimin tavrı, İran ve Hizbullah’ın desteğine muhtaç olduğu bu şartlarda bile pozitif olmayacaktır. Öyle ki Şam için rejimin hayatta kalması birinci öncelik olarak bu bölgesel rekabetin dışında görülmektedir. Bu da Nasrallah sonrası Hizbullah’ın hem Lübnan’da hem de Suriye›de zemin kaybetmesi ve örgütün stratejik aklını yitirmesi sonrası rejimin Rusya’ya daha fazla yanaşacağı bir düzlem oluşturabilir. Bunun yöntemi ise rejimin İran dostu, direniş ekseninin bir parçası olan Nusayri kimliğini unutup seküler Arap kimliğini tekrar hatırlatmak şeklinde olabilir. Bu doğrultuda seküler bir Arap devleti kimliğinde olduğu ve İsrail’e bir tehdit oluşturmadığı izlenimini vererek hayatta kalmaya çalışacaktır.
Rusya da son bir yıldır olduğu gibi Esed rejimini muhtemel bir İsrail-İran savaşının parçası olmaktan kurtarmak için çabalamaya devam edecektir. Bunun için de halihazırda desteklediği Ankara-Şam normalleşmesini daha da teşvik ederek hem Hizbullah’ın zayıflamasının yaratacağı boşluğu diplomasi masasıyla dolduracak hem de rejimi İran’dan uzaklaştırarak kendisine ve kısmen Türkiye’ye yakınlaştırmayı deneyecektir. Ancak bunun başarılı olabilmesi için rejimin ciddi bir esneklik göstermesi ve sürecin baltalanmasının engellenmesi gerekecektir.
İsrail, Nasrallah’ı öldürdüğü operasyona Yeni Düzen adını vererek bu saldırılardan ötesini ima etmektedir. Netanyahu’nun “Orta Doğu’yu değiştirmek” tabirini kullanmasıyla birlikte düşünüldüğünde İsrail yayılmacılığının, Gazze’den sonra Lübnan ve diğer bölge ülkeleri tehdit ettiği açıktır. Bu noktada da ABD’nin İsrail’i durdurmak gibi bir niyeti olmaması, İran’ın ise İsrail’le karşılaşmaktan kaçınmak için gerekirse Nasrallah’ın öldürülmesine bile karşılık vermediği düşünüldüğünde İsrail’e karşı bölgesel bir mücadele oldukça zor görünmektedir.
İsrail’in başlayan kara harekâtı ile Hizbullah, milislerinin büyük bölümünü Lübnan’a kaydırmak zorunda kalacaktır. Bu da Suriye’deki sahada bir boşluk oluşturabilir. Bu boşluğu İsrail’in hedef aldığı Şii milislerin veya Ukrayna savaşına odaklanmış Rusya’nın doldurması oldukça zor olduğu için alternatif yaklaşımlar zorunlu olacaktır. Bu yüzden de Rusya Şam için bir diplomasi masası kurarak Esed rejiminin güvenlik açığını kapatmaya çalışacaktır. Burada Türkiye’yle normalleşme müzakereleri ön plana çıkıyor olsa da Esed rejiminin maksimalist talepleri ve TSK’yı işgalci olarak nitelendiren yaklaşımı sebebiyle bir uzlaşı oldukça zor görünmektedir.
Her ne kadar Esed rejimi tarihsel olarak dış politikada oldukça pragmatist ve hayatta kalma güdüsüyle hareket etmesiyle ünlü olsa da iç savaşta yaşadığı yıkım ve güç kaybı sonrası bu kıvraklığını ne kadar koruduğunu da önümüzdeki süreç gösterecektir. Ayrıca eğer bu mümkün olsa bile rejimin içerisindeki İran ve Hizbullah etkisinin oldukça büyük olması sebebiyle rejimin politikasını baltalayan adımların gelme riski de oldukça canlı denilebilir.
İsrail yayılmacılığının yanı sıra normal şartlarda PKK/YPG terör devleti projesi bölgede ikinci bir İsrail oluşturmak anlamına geldiği için tüm bölgenin mücadele etmesi gereken bir sorundur. Başta Esed rejimi bu soruna karşı harekete geçmesi gerekirken, muhtemelen tıpkı İran’ın politikasında olduğu gibi Esed rejimi de İsrail’e tehdit oluşturmayacağını göstermek ve hatta gelecekte ABD ile bir uzlaşma zemini bulabilmek için PKK/YPG ile ilişkisini sürdürmeye devam edecektir. Ancak bu da yeterli olmayacak ve tıpkı Nasrallah gibi Esed rejimi de kaçınmasına rağmen vakti geldiğinde İsrail yayılmacılığıyla muhatap olacaktır. Günün sonunda şu kesin ki Nasrallah sonrası Hizbullah’ın kaybedeceği güç Suriye sahasında da ciddi değişimleri zorlayacak ve müdahil aktörler için yeni tehditler olduğu kadar yeni fırsatlar da yaratacaktır.