Türkiye’de bir şey olan, her şey olmak zorunda kalır. Hele söz konusu olan ‘aydın’ olmaksa, yani düşünceyle pratik hayatlar arasında bağ kurmaksa, bu durum daha da kaçınılmaz olur. Son iki asırdır bir düşünürün; kamuoyu oluşturacak bir gazeteci, toplumun geleceğine karar verecek bir politikacı ve aynı zamanda medeniyetin temel ilkelerini halka öğretecek bir öğretmen olmasıysa sık sık rastladığımız bir durum olarak görünüyor. Modernleşme tarihimizde söz konusu paradoksal misyonun kendini en çok hissettirdiği isimlerin başında ise Ziya Gökalp geliyor.
Gökalp’in siyasal ve entelektüel kariyerine kuş bakışı bir göz atıldığında bile toplumdaki kırılmalar, yön değişiklikleri ve geleceğe dair alınan yeni kararların etkisi sıcağı sıcağına kendini gösterir. Örneğin bir dönem Osmanlıcı politikaları benimseyen Gökalp, hemen akabinde yerini milliyetçi bir Gökalp’e bırakmakta, bir süre için Doğu-Batı arasında sentez arayışında olan bir muhafazakârken, başka bir dönemde yerini muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için gerekenleri yapmaya inanmış bir devrimciye bırakmaktadır.
Bir yandan Gazali ve İbn Arabi, diğer yandan ise Nietzsche ve Schopenhauer, Gökalp’in zihninde adeta kendi varoluşsal krizinin taraflarını oluşturur. Bu kriz, kendisine on yedi yaşındaki intihar girişiminden kafasında kalan bir kurşunu hatıra bırakır. Her zorluktan sonra bir kolaylığın ortaya çıkması neticesinde Gökalp, yaşamına iki tarafın da kendine göre iyi yanlarını sentezleyecek bir orta yol bulmaya çalışarak devam eder.
Gökalp’in bu ittifaka dayanan eserlerine bakıldığında, ilk görüşte politik bir atmosferin gölgesi altında yazıldığını görmek işten bile değil bizler için. Memleketin gidişatına karar vermesi gereken bir siyasetçi-aydın olarak devletin takip etmesi gereken politikalar konusunda siyasal ve toplumsal konjonktüre bağlı farklı açıklamalar geliştirir. Osmanlı’nın egemen olduğu bir zaman diliminde siyasal çatışmaları ve toplumsal problemleri Osmanlılık temelinde çözmek isteyen Gökalp, bu maksatla dönemin farklı cereyanlarını bir araya getirecektir.
Kırklı yaşlarında vefat eden bu aydın-siyasetçinin, toplumsal tarihimizin farklı dönemeçlerine nasıl cevap vereceği, fikriyatının daha önceki gibi değişip değişmeyeceği artık bilinmese de yıllarca Türkiye’de gerek sağ gerekse sol, kendi Gökalp tasavvurunu üretmekten geri kalmadı. 98. ölüm yıldönümü içinde bulunduğumuz bugünlerde Gökalp, gerek biyografik gerekse entelektüel ve siyasi kimliğiyle hâlâ bir muamma olmayı sürdürüyor. Modern toplumda din ve laiklik ilişkisini tanımlarken, farklı etnisiteleri birleştirecek bir kimlik peşinde koşarken ve siyasal olanın sivil toplumla mesafesini belirlerken, Gökalp’in öğretileri kendini açık ve örtük bir şekilde belli ediyor. Neticede toplum sahnesindeki farklı aktörler ve değişik yaklaşımlar, temelde Gökalp’inkiyle aynı olan kaygı ve paradokslarla baş etmek zorunda kalıyor. Bu açıdan bakıldığında olaylar ve isimler ne kadar değişirse değişsin Gökalp’in hayaleti hâlâ aramızda dolaşıyor.